4keTtZ. Kur’an’ın belirlediği mü’min ve müslimliğin en temel şartı; hayatın bütün alanlarında hükmüne tabi olunması, kendisine itaat ve ibadet edilmesi gereken tek İlah ve Rab olarak Allah’ı kabul etmek, Allah’tan başka ilahlık ve Rablik taslayan şeytan, heva ya da tağutların arzularına ve hükümlerine itaat etmeyi reddetmektir. Enbiya, 21/25, Yasin, 36/60, Casiye, 45/18, Nahl, 16/36. Bu imanın ve teslimiyetin gereği olarak, hayatın kamusal-özel, bireysel-toplumsal hiçbir alanında Allah unutulmayacak ve Allah yokmuş gibi davranılmayacaktır. Ahiret ve hesap bilincinin yönlendiriciliği ile tüm hayat alanlarında sadece Allah’ın hükümlerine uyularak hayatı ibadet kılmak hedeflenecektir. Hiçbir hayat alanında Allah’ın zikrinden yüz çevrilmeyecek Enbiya, 21/42, Kur’an devre dışı bırakılmayacaktır. İster hayatın bütününde, isterse bir parçasında, kamu alanında, devlet yönetiminde, ekonomide, siyasette, aile hayatında, Allah’ı unutana Allah da bizzat kendilerini unutturur ve bu kimselerin yoldan sapmaları kaçınılmaz olur. Haşir, 59/19 Böylece fıtratla vahyin arası kesildiği, Allah’tan gelen bu iki şeyin dünyada buluşup bütünleşmesi engellendiğinde, yani insan Allah’ı unuttuğunda ve vahiyden yüz çevirdiğinde Allah da bu kişilere kendisini unutturunca, insanın fıtratına ve Rabbine yabancılaşması başlar. Bu yabancılaşma süreci sonunda, insandışılaşıp arzda fesad çıkaracak, kendine ve Rabbine yabancılaşmış azgın beşer türü ortaya çıkacaktır. Bakara, 2/27. Bilinmelidir ki, Allah’tan ve Kur’an’dan soyutlanan her hayat alanında mutlaka başka bir ilah taslağı ortaya çıkacak ve o boşluğu dolduracaktır. Çünkü hayatın bütün alanları, bir takım değer, ölçü ve kurallara göre düzenlenmek zorundadır. Bu hayat alanlarında kimin kuralları, ölçüleri, değerleri belirleyici kılınıyorsa o ilah edinilmiş ve ona kulluk/itaat edilmiş olur. Hayatın bazı alanlarında Allah’ı unutarak, bu alanları Allah’ın hükümlerinden soyutlayanlara, Allah’ın zikrinden, Kur’an’ından yüz çevirenlere, hevalarını, arzularını belirleyici kılanlara, bir şeytan musallat edilecek ve bu şeytanlar onları yoldan çıkardıkları halde, onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını zannedeceklerdir. Zuhruf, 43/36-37. Ve bu sebeple de, Kur’an’da bunlara “arzda fesad çıkarmayın” dendiğinde, onların kendilerinin “ıslah ediciler olduklarını” iddia edecekleri, ancak “asıl fesatçıların bunlar oluğu, ancak bunun şuurunda olmadıkları” bildirilmektedir. Bakara, 2/11-12. İşte ülkemize, bölgemize ve tüm dünyaya egemen hale gelen, küreselleşen fesad, sömürü ve zulüm; bu tür Rabbini unuttuğu ve O’nun zikrinden yüz çevirdiği için kendine ve Rabbine yabancılaşarak şeytanı dost edinmiş, şeytana ibadet eden azgın müfsid insanların ve onların heva ürünü ideoloji ve seküler modellerinin ortaya çıkardığı sonuçtur. İşte bu büyük sapma, zulüm ve sömürüye, bu derin ve yaygın adaletsizliğe karşı geniş mustaz’af kitleler dünyanın her yanında, daha adil ve daha özgürlükçü yeni bir dünya talebiyle isyan bayrağını açarak ayaklanmakta, egemen yerel ve küresel sistemleri değişime zorlamaktadırlar. Ancak vahiy ve fıtrat buluşmadığı sürece, insanlar sadece fıtrî bir eğilimle aradıkları adalet sistemine asla ulaşamayacaklar/ulaşamıyorlar. Çünkü fıtrat, bütüncül ve sahici bir adalet sistemine ulaşmak için vahyin yol göstericiliğine, rehberliğine muhtaçtır. İşte vahyin mesajından haberdar olan Müslim/mü’min kadrolara düşen büyük sorumluluk, yolunu şaşırmış arayış içindeki insanlığın bile kurtulmaya çalıştıkları seküler ideoloji ve modellerin peşine takılmak yerine; onların da, muhtaç oldukları vahye dayalı adalet sistemine ulaşmaları için güzel örnek ve model olmak, rehberlik yapmaktır. Bu model oluşturma sorumluluğu, ancak Allah’a teslimiyetle, Kur’an’ın belirlediği şartlarda müslim/mü’min olmak ve insanlara vahyin şahidliğini yapmakla yerine getirilebilecektir. İMAN VE AMEL BÜTÜNLÜĞÜ İÇİNDE TUTARLI MÜ’MİNLER OLMAK, VAHYİN ŞAHİDLERİ OLMAKTIR Hac Suresi 77 ve 78. âyetlerde, “Ey iman edenler!” diye başlayan ve mü’minliğin gereğini yerine getirmenin, imanın ispatı anlamında Allah’a teslimiyetin yani müslim olmanın şartları sıralanmıştır. Müslim adını almanın ve mü’min olmanın en temel gereklerinden birinin de Rasûlün s insanlara güzel örneklik ve şahidlik yapması gibi, mü’minlerin/müslimlerin de diğer insanlara “vahyin şahidliğini” yapmaları ve güzel örneklik teşkil ederek vahyin mesajını yaymaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Rasûlullah s, Kur’an’ı nasıl anlamış ve nasıl yaşamış, bize nasıl örneklemiş ve Kur’an ahlakını kuşanarak vahyin şahidliğini nasıl yapmışsa, bizim de bu güzel örnekliği, Nebevî şahidliği esas alarak çağımızın insanlarına en yakın çevremizden başlayarak vahyin şahidliğini, güzel örnekliğini yapmamız, Müslim olmamızın en temel gereği olarak vurgulanıyor. Yani en yakınımızdan başlayarak Hakk’ın mesajını tavsiye ve tebliğ edeceğimiz insanlara öncelikle Kur’an ahlâkını yansıtan hayatımız ve davranışlarımızla güzel örneklik oluşturarak hâl ile tebliğ yapmamız gerektiği bildirilmektedir. Kısaca vahye şahidlik demek; bilgi sahibi olup onu sözle yaymakla yetinmeyip öncelikle bilginin ahlâkını kuşanarak hâl ile tebliğ yapmak demektir. Kur’an’ın ahlâkıyla ahlâklanıp İslam’a uygun davranışlarda bulunarak güzel örnek olmaktır. Şüphesiz ki, en tesirli tebliğ de vahyin şahidliğini yapan örnek bir hayatla ve güzel bir ahlâkla yapılan hâl ile tebliğdir. Tabii ki, ancak hâl ile tebliğ yapanların kâl/söz ile tebliğleri de muhataplar üzerinde daha tesirli olabilecektir. Rabbimiz, Bakara Suresi 44. âyette “Kitabı okudukları halde, başkalarına iyiliği tavsiye ederken kendilerini unutanları, sözle ifade ettikleri Hakk mesajı kendileri yaşamayanları”kınamaktadır. Saf Suresi 2 ve 3. âyetlerde ise, Rabbimiz mü’minlere bir uyarı yaparak“yapmadıkları şeyi söyleyenleri” suçlamakta ve onların bu hallerini “en sevmediği hâl” olarak nitelemektedir. Rabbimiz, bu tür kişileri iman iddialarını ispata ve tutarlı olmaya çağırmaktadır. Başkalarına söylediği, tebliğ ve tavsiye ettiği Hak mesajı öncelikle kendileri yaşayanlar ise, Allah’ın razı olacağı müslim/mü’min vasfını kazanmakta ve vahyin şahidleri olmakla şereflenmektedirler. Tekraren ifade edecek olursak, ancak tavsiye ettiklerine öncelikle kendileri uyarak vahyin şahidliğini yapan bir hayatı yaşayanların sözle yapacakları tebliğleri muhataplara etki edecektir. Ancak maalesef yüzyıllar süren yozlaşma sürecinde, “Müslümanım” diyenler Kur’an’ı “mehcur”/”terk edilmiş” bırakarak, Rabbimizin Kur’an’da beyan ettiği Rasûlullah’ın şu şikayetine muhatap hâle gelmişlerdir “Ya Rabbi, kavmim ümmetim bu Kur’an’ı mehcur bıraktılar.” Furkan, 25/30. Kur’an’ı mehcur bırakmak, Kur’an’ı okumamak değildir, Kur’an’ı anlamamak da değildir. Kur’an’ı mehcur bırakmak; vahyin değerlerini hayata taşımamak, Kur’an’ı okuduğu halde onunla amel İslam dünyası Kur’an’ı mehcur bıraktığı için, ellerinde Allah’ın yüce kitabı bulunan “Müslüman” toplumlar zelil durumdadırlar. Vahyin talimatlarını hayatlarından çıkaran Müslümanlar, paramparça coğrafyalarda, işgal altında, cehalet karanlığında bocalayıp durmakta, küresel güçlerin boyunduruğu altında sömürge ve yarı sömürge hayatı sürdürmeye mahkûm edilmiş vaziyette bir zilleti yaşamaktadırlar. Bu sebeple, ellerinde, evlerinde, kütüphanelerinde, hatta zihinlerinde Kur’an ve vahyin bilgisi olduğu halde, onunla amel etmedikleri, vahye uygun yaşamadıkları için, vahyi bütün hayat alanlarını kuşatacak bir bütünlükte idrak edememiş ve hayata hâkim kılamamış olmaları sebebiyle, “Müslümanım” diyen kitleler, seküler modern paradigmanın çökmüş, çürümüş ve insanlığı da çürütmüş olan ideoloji ve modellerinin peşine takılmış bulunmaktadırlar. “EY İMAN EDENLER! …İMAN EDİN” İşte bu tür durumlar sebebiyle, yani “iman” ettiğini ve Müslüman” olduğunu iddia ettiği halde, vahiyden kopuk bir hayat yaşayanlara hitaben Rabbimiz Kur’an’da “Siz ey iman edenler! …İman edin” Nisa, 4/136 buyurmaktadır. Bu ayetin öncesindeki Nisa Suresi 131 ilâ 135. âyetlerde, önce “Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. Sizden önce kendilerine kitap verilenlere de, size de Allah’a karşı gelmekten sakının’ diye tavsiye ettik.” denilmektedir. Aynı âyetlerde “Göklerdeki ve yerdeki her şeyin Allah’ın olduğu” vurgusu üç defa tekrarlandıktan sonra Müslüman ya da mü’min olduğunu iddia edenler, bütün varlık âleminin de kendilerinin de sahipleri olan Allah’ın emirlerine uymaya davet edilmektedirler. Ayrıca, “Kim dünya mükâfatını isterse bilsin ki dünyanın da, ahiretin de mükâfatı Allah katındadır.” hatırlatmasıyla da, hevayı esas alan dünyevileşme sapmasından korunup dünya hayatının ahiret eksenli olarak Allah’ın hükümlerine uygun biçimde yaşanması gerektiği vurgulanmaktadır. İman edenler, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya, takvayı kuşanarak Allah’ın emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilinciyle hareket etmeye ve “Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutmaya” ve “Adaleti yerine getirmede heva ve hevese değil; vahye uymaya” çağrılmaktadırlar. İşte Nisa Suresi 135. âyette, hayatınızda İslâm’ı öyle güzel yaşayın ki, hayatı vahye uygun biçimde inşa ederek öyle bir adâlet örnekleyin ki, öyle âdil bir Müslümanlık sergileyin ki varlığınız ve yaşantınız Allah’a, Allah’ın varlığına şahit olsun” denilmektedir. Evet “Ey iman edenler!”, Kur’an’ı rehber edinerek öyle bir hayat yaşayın ki, sizi görenler Allah’ı hatırlasın. Bu çağrı şunları ihtiva etmektedir Kendiniz Allah için şâhidlik yaparak âdil davrandığınız gibi toplumunuzda da tüm zulümlerin kökünü kazıyıp adâleti ikâme edin. Adâletle hakkı ve hak­lıyı ayakta tutun. Vahyin vazettiği âdâlet ölçülerine tâbi olmaktan vazgeçip hevâ ve heveslerinize uymayın. Eğer akıl Allah’tan gelen ilme yani vahye uyuyorsa, o akıl isabetli karar verir. Vahyin yol göstermesi olmadan aklın kendi başına sahih ve bütüncül bir adaleti üretmesi mümkün olamaz. Vahyin rehberliğinden yoksun akıl heva ve hevese uymaktan kurtulamaz. Bu sebeple Rabbimiz, Kur’an’da yer alan,“Rabbinin kelimesi Kur’an doğruluk ve adalet bakımından tamdır…” En’am, 6/115, “Andolsun, biz elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı ölçüyü indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler…” Hadid, 57/25, hükümlerini inzal etmiş ve “kendi emrinden bir şeriat indirdiğini ve buna uyulmasını, bilmeyenlerin hevasına uyulmamasını” emretmiştir. Casiye, 45/18. Görüldüğü üzere, insanın önünde iki yol olduğu anlaşılıyor, ya adalet ölçülerini de içeren “Allah’ın emrinden oluşan şeriatı vahiy” ya da “bilmeyenlerin hevası”. Vahye tâbi olmayan her kişi bilmelidir ki hevaya uymaktadır. Vahye uygun bir hayatın yaşandığı yerde adalet ve barış olacak, vahyin yol göstericiliğinden uzak olan akla ve heva ile zanna uyulan yerde ise adaletsizlik, kaos ve çatışma kaçınılmaz hale gelecektir.“Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar.” En’am, 6/116. İman iddiasına rağmen bu imanın ispatı olarak vahyin âdil şahidliğini yerine getirmeyenler, hayatı vahye uygun yaşamayarak iman iddiasına aykırı davrananlar, Nisa 136. âyetteki; “Ey iman edenler iman edin!” emriyle iman iddiasına sadakat göstermeye ve iddiasını ispata çağırılmaktadır. Yani, “imanınızı, tasavvurunuzu, hayatınızı inşa eden ilkeleri gözden geçirin, Kur’an’a arz edin, vahye uygun olup olmadığı konusunda sorgulayıp öz eleştiri yapın ve gerçek anlamıyla iman edin!” denilmek istenmektedir. Haddinizi bilin de Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman edin. Tüm hayatınızda nihaî anlamda tek söz sahibi olarak, hayatınızda egemen tek varlık olarak Allah’a iman edin. İnzal ettiği vahiyle hayatınızı düzenlemek üzere Allah’a iman edin. Sizi yaratan, size hayat veren ve şu anda sahip olduğunuz her şeyi size bahşeden ama vadeniz dolduğunda size verdiği bu hayatı geri alıp verdiklerinin tümünden ve inzal ettiği Kitaptan sizi hesaba çekecek zât olarak Allah’a iman edin. Aynı zamanda O’nun Rasûlüne de iman edin. İmanlarınızın tam olabil­mesi için o elçiye de iman edin ve onun güzel örnekliğini esas alıp mücadele sünnetini, yolunu tâkip edin. Çünkü o Rasûl kendisi de Al­lah’a iman ediyor. Allah’a ve Allah’ın kelimelerine, Allah’ın âyetlerine iman ediyor ve iman ettiği vahyin şahidliğini yapıyordu. İşte böyle bir imandan kaynaklanan bir hayatı yaşamaktan yana olun. Düşünceleriniz, amelleriniz, söylem ve eylemleriniz, sevgi ve küsmeleriniz, zevkleriniz, ahlâkınız, hayat tarzınız, dostluk ve düşmanlık anlayışlarınız, hükümleriniz, kararlarınız, hukuklarınız, eğitimleriniz, sosyal ve siya­sal yapılanmalarınız, tüm hayatınız bu imanınızdan kaynaklansın. İşte toplumlarımızda, adâlet, huzur, barış ve izzet hâkim olsun istiyorsak, Allah’ın razı olacağı müslimler olmayı hedefliyorsak, bu sonuç, ancak Allah’a, Rasûllerine ve onlara gönderilen kitaplara imanla ve bu imanı ispat eden bir hayatı inşa etmekle, Allah’ı hatırlatan hayatları çoğaltmakla mümkün hâle gelebilecektir. Çünkü insanlar ancak Allah’a, Allah’ın Rasûllerine ve onlara indirilen Allah’ın kitaplarına iman ve teslimi­yetle, vahiy rehberliğinde bir hayatı inşa edip yaşayan Kur’an’lar hâline gelerek, hevâ ve hevesle­rine mahkûm bir hayatı yaşamaktan kurtulabileceklerdir. Allah’tan ve Allah’ın gön­derdiği hayat programı kitaplarından habersiz yaşayan insanların hevâ ve heveslerinden kurtulup âdil davranmaları asla mümkün de­ğildir. Hevâsına uyan kimselerin yön verdiği dünyada barış ve adaletin olması mümkün değildir. Zaten onların Allah’ın hidayetinden yüz çevirmelerinin, ya da âyetleri yalan saymalarının sebebi, vahyi bırakıp kendi hevalarına uymalarıdır. En’âm, 6/150; Kehf, 18/28. Rabbimiz Kur’an’da, Rasûlullah’ı s ve onun şahsında müslümanları, “…Sana gelen bu ilimden Kur’an ve hükümlerinden sonra onların hevasına uyarsan, senin için Allah’tan bir veli ve yardımcı yoktur”. Bakara, 2/120 “Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların hevasına uyma” Mâide, 5/48, 49 “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol ve onların hevasına uyma” Şura, 42/15 şeklinde uyarmaktadır. Rasûlullah s buyurmuştur ki “Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan ilahların içinde, kendisine uyulan hevadan aşırı istek ve tutkulardan daha büyüğü yoktur.” Taberanî İşte “Ey iman edenler iman edin.” derken, yukarıda izah edildiği gibi Allah için şahitlik ederek adaleti gerçekleştirmeyen­lere, hayatı vahye uygun yaşamayanlara, heva ve tağutlara tâbi olanlara iman etmeleri, imanlarına uygun davranmaları emredilmektedir. Sonuç olarak diyebiliriz ki; “Ey iman edenler, iman ediniz” denirken “adaleti Kur’an ölçüleriyle gerçekleştirme, hayatı vahye uygun inşa etme imanı” istenmektedir. Nisa Suresi 137. âyette bahsedilen istikrarsız ve ikili inanç durumuna düşmeyiniz denilmektir. Başka bir ifade ile imandan sonra yine iman olmalı, imandan sonra inkâr olmamalıdır. İman ettikten sonra hayat içinde de iman korunmalı, salih amellerle beslenmeli ve imana şirk bulaştıracak konumlara sürüklenilmemelidir. Kâl/söz ile iman edildikten sonra hâl/yaşantı ile inkâr durumuna düşülmemelidir. Böylece, iman edenlere, tekrar “iman ediniz” denilmesinin amacı, “imanın gereği olan salih amellerde bulunun, hayatı Allah’a rükû ve secde ettirip ibadet kılarak inancınızı ispat edin, imanınızı pekiştirin, imanınıza şirk bulaştırmayın” hatırlatmasını yapmaktır. Rabbimiz Saf Suresi 61/10 ve 11. âyetlerde de şöyle buyurmaktadır “Ey iman edenler! Sizi elem dolu bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır.” Görüldüğü üzere 10. âyette “ey iman edenler” şeklinde hitap edildiği halde 11. âyette “Allah’a ve Rasûlüne iman etmek” önerilmektedir. Eğer bunlar Allah’a ve Rasûlüne iman etmemiş idiyse, neden 10. âyette “iman edenler” ifadesine yer verilmiştir? Anlaşılan odur ki, bu ayetlerde de, Nisa Suresi 136. âyette de, birincisinde kâl/sözle iman, ikincisinde hâl/yaşantı ile iman söz konusu olabilir. Birinci imana kalpte oluşan teorik iman, ikinci imana da salih amellerle, ahlâk ve davranışlarla ortaya konan hâl/fiîliyât ile iman, yahut imanın hayata hâkim kılınması, imanın ispatı diyebiliriz. İnsanlar genelde söz/kâl ile iman ettiklerini ya da “Müslüman” olduklarını söyledikleri halde daha sonra hâlleri/yaşantıları ile inkâra sürüklenmektedirler. Zaten çoğunluk inkârcılar, Allah’ı, Rasûlünü ve Rasûle indirilen kitabı inkâr ettiklerini açık biçimde sözle ifade etmezler; tam tersine, dilleriyle iman ettiklerini söylerler. Ancak bu çoğunluk, yaşantılarıyla, vahye uymayan hayatlarıyla, yani hâl ile inkâr ederler. Böylece “Ey iman edenler! …iman edin” emri, muhatapların tam bir mü’min olmalarını, Allah’ın istediği gibi iman-amel bütünlüğü içinde kâmil iman sahibi olmalarını, inandıklarını hayatlarına hâkim kılarak Allah’ın boyasıyla boyanmalarını ve iman ettikten sonra hiçbir sebep ve dünyevi hesapla imanlarına zulüm/şirk bulaştırmamalarını En’am, 6/82 emretmiş olmaktadır. En’am 153. âyette de zikredildiği üzere, kişi iman ettikten sonra, hayat içinde hevasına ya da tağutlara da itaat ederek kendisini sırat-ı müstakim olan Hak yoldan ayıracak olan bâtıl yollara sürüklenip şirke düşebilmektedir. Bu sebeple, “Onların çoğu, şirk katmadan Allah’a iman etmezler.” Yusuf, 12/106 âyetinde beyan edilen çoğunluk insanların yaptığı gibi içine şirk katılan bir iman yerine, Allah’ın razı olacağı tevhidî bir iman ile iman edin denilmektedir. Bu ayet bize, güncel boyutuyla da şunları söylemektedir -“Ey iman iddiasında bulunduktan sonra, Hem Müslümanım hem de laikim’, hem Müslümanım hem de demokratım’, hem Müslümanım hem de sosyalistim’, hem müslümanım hem de kapitalistim’, hem müslümanım hem de ulusçuyum/milliyetçiyim’ diyenler; bu bâtıl anlayış ve uygulamalardan uzaklaşıp sadece Allah’a teslim olun, yalnızca vahye uyarak iman edin ve müslim olun”. -“Ey din bireyseldir’, paranın/ekonominin dini, imanı olmaz’ İslam laiklik ile bağdaşır.’… misali Hak ile bâtılı karıştıran sapkın anlayış ve uygulamalar ortaya koyanlar, şirk koşmadan tevhidî bir iman ile Allah’a iman edin”. -“Ey iman iddiasında bulunup Dindarım ve beş vakit namaz kılıyorum’ diyenler içindeki laiklikten de razı olduğunu söyleyen % 67’lik kesim, Kur’an’ın belirlediği anlamda mü’min ve müslim olmadığınızı fark edin ve Allah’a teslim olun, Allah’a, Rasûlüne ve Rasûle indirilmiş Kur’an’a iman edin.” – “Ey iman iddiasında bulunup Müslüman olduğunu söyledikten sonra, göklerin hâkimiyetini Allah’a, yeryüzünün hâkimiyetini tağutlara verenler! Allah’a, Rasûlüne ve Rasûle indirilen kitaba, Kur’an’a iman edin ve hayatınızın bütününü Allah’ın hâkimiyetine verin”. Bilinmelidir ki, iman etmenin gereği kayıtsız şartsız Allah’a teslim olmak ve tıpkı İbrahim as gibi müslim olmaktır “Rabbi ona “eslim”/teslim ol! İslam ol/müslim oldediğinde, “Âlemlerin Rabb’ine “eslemtu/teslim oldum İslam/müslim oldum” demişti. Bakara, 2/131. Bu şekilde teslim olmayanların ve vahye uygun yaşamak suretiyle bütün hayatlarını Allah’a rükû ve secde ettirme çabası göstermeyenlerin iman iddiası boşa çıkacaktır. Bu sebeple Rabbimiz, kullarından iman ettikten sonra, böylesine İbrahimî bir teslimiyetle Allah’a teslim olmuş bir hayatı yaşayarak Müslim olmalarını istemektedir. Müslim olan kullarına ise, Rabbimiz, şöyle hitap eder “Ey âyetlerimize iman eden ve müslim/müslüman olan kullarım! Bugün size korku yoktur, siz üzülmeyeceksiniz de.” Zuhruf 43/68-69. Bu âyette, Allah’ın ayetlerine iman edip bu kavlî imanlarını hayata geçirerek fiilî imanı gerçekleştirenleri, yâni iman ettiği Allah’ın hükümlerine uygun bir hayatı yaşayarak müslim olanları, Rabbimiz “ey müslim olan kullarım”diyerek sahiplenmekte ve onları müjdelemektedir. Rabbimiz hepimize, İbrahim as gibi kendisine teslim olup imanının gereğini yerine getiren ve Rasûlullah’ın s şahidliğini örnek alıp Kur’an’ın ahlakını kuşanan mü’min ve müslimlerden olmayı nasip etsin inşaAllah. İslamın anlamı nedir? sözlükte; teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına gelir. Allah Teala’nın emirlerine teslim olup itaat etmeye dayanan bir din olması sebebiyle bu dine İslam denilmiştir. İslamın anlamı nedir Terim Anlamı olarak söylersek Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen, dünyada ve ahirette insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekli, itikadî ve amelî bir nizamdır. İslam, akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilahî bir kanundur. İslam’ın Mahiyeti İslam’ın manası, teslim olmaktır; Allah’ın emir ve yasaklarına teslim olmak. Allah’ın hükümlerine teslim olmaksızın İslam olmaz. bk. En’am, 162 ve Nisa, 65 İnsan, Allah’ın yarattığı kuldur. Allah, ilmiyle her şeyi kuşattığından ve hikmet sahibi olduğundan kulluğun gereği, O’na teslim olmaktır. Hayatın kanunları insanın Allah’a teslim olmasını gerektirir. Çünkü bu kanunları da, insanı da en iyi bilen, Allah’tır. Bütün kâinat ve içindeki her şey o yaratıcının kanunlarına itaat etmektedir. O yüzden bütün kâinatın dini İslam’dır. Güneş, ay, yıldızlar hep Müslümandır. Dünya, hava, su, ışık, ağaçlar, taşlar ve hayvanlar da Müslümandır. İslam, Allah’a itaat edip teslim olmak demek olduğu için, bütün bu varlıkların isyan etmeden Allah’a itaat ettiklerini görmekteyiz. Yani teslim oluşlarına, Müslüman oluşlarına şahidiz. “Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi ister istemez O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülüp götürüleceklerdir.” Al-i İmran, 3/83 Bu ayette gökte ve yerde olanların teslimiyeti insana örnek olarak gösteriliyor ve deniliyor ki “Ey insan, işte sen de böyle teslim olmalısın!” Hz. Ali ra’nin de dediği gibi “İslam teslimdir, teslimiyettir.” Allah’a teslim olmayan kimse, Müslüman sayılmaz. İnsan neye teslim olmuşsa ona kul olmuş demektir. İslam, imanın bir tezahürü, dışa yansımasıdır. İman etmeden teslimiyet, yani imansız İslam olur mu? Olsa bile makbul değildir. Münafıklar inanmadan teslimiyet gösteren insanlardır. Günümüzde de gerektiği şekilde iman etmediği, Allah’ın hükümlerini içine sindiremediği, başka ideolojileri dinleri benimsediği halde kendilerini “Müslüman” olarak tanıtan insanlar bu sınıfa girerler. İslamiyetin teslimiyetin geçerli olabilmesi için gönül rızasıyla, kayıtsız ve şartsız tam bir teslimiyetle Allah’ın şeriatına teslim olmak gerekir. İnsan da kendi hür iradesi ve tercihiyle Allah’a teslim olursa, İslam’ı seçip Müslümanca yaşarsa, kâinatın boyun eğdiğine teslim olduğundan artık o, kâinatla barışıp uyum sağlar. Böylece bu insan, Allah Teala’nın dünyadaki halifesi, temsilcisi olur. İslam dinini, kapsamlı olarak kısaca tanımlamak mümkün değildir. Onun kapsamlı tarifi ancak Kur’an ve sünnetin tamamıyla yapılabilir. Çünkü İslam’ın muhtevası ve sınırları Kur’an ve sünnetle çizilmiştir. İslam, Kur’an’dan ve sünnetten öğrenilebilir. Yüce Allah bu dini her yönden mükemmel ve kapsamlı kılmıştır. Öyle ki, İslam’da hükmü açıklanmamış hiç bir mesele yoktur. Bir mesele mubah mıdır, haram mıdır, mekruh veya sünnet midir, vacip veya farz mıdır; yapılan herhangi bir eylem veya inancın hükmü belirtilmiştir. İnanç, ibadet, siyaset, sosyal, ekonomi, savaş, barış, hukuk veya insanı ilgilendiren başka herhangi bir mesele olsun; onunla ilgili dinde mutlaka bir hüküm vardır veya müctehidler, hükmünü Kur’an ve sünnetten yola çıkarak tesbit ederler. Allah, Kur’an-ı Kerim’in özelliğini şöyle açıklar “Sana bu kitabı Kur’an’ı her şeyi beyan etmek, açıklamak için gönderdik.” Nahl, 16/89 ve yine 111 Kur’an ve sünnette hükmü açıkça belirtilmeyen meseleler hakkındaki hükmü, İslam ümmetinin müctehid alimleri, kitap ve sünnete dayanarak çıkarırlar. Peygamberimiz İslam’ı değişik şekillerde tanımlamışlardır. Bu tanımlardan biri şu şekildedir “İslam, beş esas üzerine bina edilmiştir kurulmuştur. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve rasülü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Beyt’i Kâbe’yi haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır.” Buhari, İman 1; Müslim, İman 22; Nesai, İman 13; Tirmizi İman 3 Yukarıdaki hadis, İslam binasının bu beş temel üzerinde kurulu olduğunu açıklamaktadır. Dikkat edilmesi gereken husus, bu beş esas, İslam’ın temelleridir ama, İslam’ın tamamı değildir. Bir evin sadece temellerden ibaret olduğu nasıl söylenemezse, İslam’ın bu beş temelden ibaret olduğunu iddia etmek de aynı şekilde yanlıştır. Kur’an-ı Kerim’i açıp okuyan görecektir ki, bu beş hususun dışında ahlaktan, iktisattan, sosyal meselelerden, siyasetten, barıştan, savaştan, hayırdan, şerden… söz edilmiştir. İslam, temel ve binadan meydana gelmiştir. Temel, bu beş rükundur. Bina ise, insan hayatıyla ilgili İslam’ın diğer hükümleridir. Müslümanın görevi, İslam’ı tümüyle tanımak ve tüm olarak ikame etmek, ayakta tutmaktır. Bu meşhur hadis-i şerifin ışığı altında İslam’ın temellerini ikiye ayırabiliriz Şehadet kelimeleriyle özetlenen iman ve önemine binaen dört amelin zikredilmesinden anlaşılan amel-i salih.. İslam, şehadet kelimesi ve imanın rükûnlarıyla ortaya çıkan inançtır. İslam; namaz, zekat, oruç ve hac ile ortaya çıkan ibadetlerdir. Bunlara İslam’ın rükûnları, temelleri denilir. İslam’ın geri kalanı ise, bu temeller üzerine kurulan binadır. Bu binayı meydana getiren unsurlar İslam’ın hayat sistemleri, nizamlarıdır Siyasî nizam, ekonomik nizam, ahlakî nizam, askerî nizam, sosyal nizam, öğretim nizamı vs. İslam’ın hakimiyetini sağlaması için ayrıca müeyyideleri vardır. Müeyyide Kanun ve ahlakî emirlerin yerine getirilmesini temin eden kuvvet, yaptırımla ilgili kural demektir. Bu müeyyideler; cihad, marufu emredip münkerden sakındırmak; fıtrî cezalar, Allah’ın dünya ve ahirette verdiği Rabbanî cezalardır. O halde İslam; inanç, ibadet, hayat sistemleri ve müeyyidelerdir. İslam, insanın içi ve dışı, kalbi ve kalıbı, aklı ve vicdanı, arzusu ve nefreti, duygusu ve hassasiyetiyle Allah’a teslim olup boyun eğmesidir. Kalbini ve aklını, elini ve eteğini, içini ve dışını Allah’ın hükmü dışındaki her türlü etkiden kurtarmaktır. İslam, genel nizam, hayatın her cephesiyle ilgili kanun ve vahiyle emredilip, peygamberle tebliğ edilen, insan davranışlarının programıdır. Bu programa uyana sevap; uymayana ceza vardır. İslam, Allah Teala’nın indirdiği ahkam hükümler, akide, ibadet, ahlak, muamelat, Kur’an ve sünnetteki haberlerin bütünüdür. İslam’ın zıddı, cahiliyyedir. Cahiliyye bir inanç ve yaşama biçimi olarak İslam’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır. Küfür demektir. İslam’ın her parçasının karşısında mutlaka cahiliyye vardır. İslam tüm ayrıntılarıyla cahiliyyenin karşıtıdır. Çünkü İslam’dan her bir cüz, Allah’ın her şeyi içine alan ilminin eseridir. Ona karşı olan her düşünce ve hareket de, mutlaka cahiliyyedir. Çünkü o, sınırlı insan ilminin eseridir. Üstelik insanın heva ve arzuları kendisine galip gelebilir; güzeli çirkin, çirkini de güzel görebilir. “Yoksa onlar cahiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayışlı bir toplum için, hüküm koyma yönünden Allah’dan daha güzel kim vardır?” Maide, 5/50 Bazı insanlar, cahiliyye yolunda gidenlerin bir kısmının hareket, yaşayış veya bazı sistemlerinde ortaya çıkan güzel ve olgunluğu görünce, şüpheye düşerler. Bunun sebebi, İslamiyet’ten olan bir şey, bazan cahiliyye ile karışır. İslam’dan olan o şey, orada da güzel görünür. Cahil kişi, İslam’ın hakikatını bilmediği için bu düzene bağlanır. Şayet bu insan hakkı bilseydi, o cahiliyye düzeninde gördüğü kısmî iyiliklerin İslam’a ait olduğunu anlayacak, kaynağa ve asla yönelecekti. İnançlarda İslam ve cahiliyye vardır. İbadetlerde İslam ve cahiliyye vardır. Ahlakta, siyasette, öğretimde, savaş, barış ve sosyal meselelerde İslam ve cahiliyye vardır. İnsanla ilgili bütün meselelerde, bütün kanun ve kurallarda İslam ve cahiliyye vardır. İnanç ve ibadetlerdeki cahiliyye, cahiliyyelerin en tehlikelisidir. Onun için Allah Teala, sağlam itikatla beraber bazı cahiliyye hareketlerinde bulunanları affeder ama, inanç ve ibadetleri cahiliyye inanç ve ibadetleri olan kimseyi, İslam’ın tüm ahlakıyla ahlaklansa dahi kesinlikle affetmez. “Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ama bunun dışında dilediğini affeder.” Nisa, 4/48 Allah Teala İslam’ı bir bütün olarak göndermiştir. Kim tümünü alırsa, işte o Müslümandır. Kim onun bir kısmını alır ve bir kısmını almazsa, İslam’la cahiliyyeyi birbirine karıştırmış olur. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezası dünyada rezil ve rüsvay olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise azabın en şiddetlisine atılacaklardır. Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir.” Bakara, 2/85 Her Müslümanın, cahiliyyenin bütün âdet ve kurallarından arınmış olması ve İslam’ın bütününü alması gerekir. İslam Dini’nin Gayesi İslam’ın getirdiği hükümler, insanların mutluluğunu amaçlamaktadır. Bu hükümlere uygun hareket edenler, hem dünya hem de ahiret saadetini kazanacaktır. İslam, kişinin kalbini, aklî düşüncelerini ve amellerini ıslah ederek, onları yükselterek bu saadetlere ulaştırır. Toplumun saadeti de ferdin saadetine bağlı olduğundan, kişinin mutluluğu aynı zamanda cemiyetin de mutluluğudur. İslam, bu hedefi gerçekleştirmek için birtakım hükümler koymuştur. Bunlara şer’î hükümler denir. İslam Dini’nin Hükümleri İslam Dininin hükümleri dört kısımdır. a İman İtikadi hükümler İnsanın dinde kabul etmesi ve reddetmesi gereken hususlarla ilgili hükümlerdir. İnsana neleri kabul etmesi, neleri reddetmesi gerektiğini bu hükümler öğretir. İnsan, iman esaslarına inanmakla manevi gıdasını almış, kalbini yanlış inançlardan temizleyerek gerçek değerini kazanmış olur. b Amel Amel, insanların yaptığı işlerdir. Yapılması veya yapılmaması gereken fiillerdir. Hangi amellerin, hangi şartlarla nasıl yapılacağını ve nasıl sahih olacağını açıklayan hükümlere, amelî hükümler denir. Dua etmek, zekat vermek, cihad etmek, ilim tahsil etmek gibi. c Ahlak Hal ve hareketleri, davranışları, İslamî ve insanî ilişkileri açıklayan hükümlere denir. Ahlakın güzelleşmesine ve vicdanın terbiyesine ait bulunan hükümlerdir. Kötü söz ve yalan söylememe, kendisi için istediğini başkası için de isteme… gibi. d Hukuk Muamelât, Ukubat İman, ahlak ve şahsî amel gibi konuların dışında kalan, özellikle devlet yönetimini, toplum idaresini ve ekonomik durumları içeren konuları, evlenme, boşanma, miras dağıtımı, ticari ve siyasi işleri, kısaca İslam devletinin kanun ve kurallarını belirleyen bütün hükümlerdir. İslam, insan hayatının vazgeçilmez de olsa bir parçası değil; her yönüyle insan hayatının bütünüdür. İslam, insanın günlük yirmi dört saatini ve doğumdan ölümüne her alandaki her yönünü kapsar ve belirler. Tuvalet âdâbından devlet yönetimine varıncaya kadar insanın tüm hayatını kuşatır. İslam, insan hayatının bütünüdür. İnancı, ibadeti, ahlakı ve hukukuyla bir bütündür. Parçalanmaz veya herhangi bir şeyle sentez yapılamaz. Atma ve katmaları, hurafe ve bid’atları kabul etmez. Allah tarafından tamamlanmış eksiksiz bir nizamdır. İslam’ın Genel Özellikleri 1 Rabbanîlik Rabba ait olmak, ilahî olmak İslam, hak ve ilahî dindir. Vahye dayanır. Hedef ve gayede Rabbanîdir. Allah’ın rızası bir Müslüman için her şeyde vaz geçilmez amaçtır. İslam’ın kaynağı ve metodu da Rabbanîdir. 2 İnsanîlik İnsan fıtratına uygunluk Kur’an insanlara indirilmiş, peygamberler insanlar arasından seçilmiştir. İslam insana, insanın aklına büyük önem vermiş, fıtratına uygun hükümler koymuştur. İslam’a göre insan, yeryüzünde en güzel biçimde ve halife olarak yaratılmış, ruhi unsur ile seçkin kılınarak evren kendi hizmetine verilmiştir. İslam, insanın hiç bir güç ve enerji odağını ihmal etmez. Onların hepsini ıslaha, çalışmaya ve gelişmeye doğru yönlendirir. İnsan, taşıyabileceği ölçülerde yüklenen bu yükümlülükleri omuzlayarak barış, güven ve huzur içinde yoluna devam eder. Bu yükümlülükler insanın kendi fıtratıyla uyumludur. Gönlünün ve vicdanının sesiyle bütünleşir. Fıtratını ıslah etmeyi hedef alır. İslam’ın tüm hükümleri insanın dünya ve ahiret saadetine yöneliktir. 3 Kapsamlılık ve evrensellik İslam, ebediyeti kapsayacak uzunlukta, bütün insanları kuşatacak genişlikte, dünya ve ahiret işlerini içerecek derinliktedir. Mesajı ve hükümleri bütün zamana, bütün dünyaya, bütün insanlığa yöneliktir. İnsan hayatının beşikten mezara tüm aşamalarını ve hayatın tüm alanlarını tanzim eder. İslam’ın öğretileri de kapsamlıdır. Bu kapsam, inançta, ibadette, tasavvurda, ahlak ve fazilette, düzenleme ve yasalarda kendini gösterir. 4 Vasatlık ve denge İslam; denge, orta yol, adalet, ölçü gibi temel dinamikleri olan bir dindir. İfrat ve tefritten uzaktır. Aşırılıklar yoktur. İnsanı azdırmaz ve ezdirmez. İnsanın gücü böyle dengeli bir nizam kurmaya yeterli değerlidir. İnanç, ibadet, ahlak ve teşrîde vasat adalet ve denge unsurlarını kolaylıkla görebiliriz. Dünya – ahiret, madde – mana, zengin – fakir arasında denge vardır. İnsanın içi ve dışını, ruhu ve bedenini, birey ve toplumu, fert ve devleti, kadın ve erkeği, aile ve milleti dengeler. Her birinin birbirine karşı hak ve görevlerini düzenli, dengeli ve uyumlu bir biçimde belirler. 5 Açıklık ve netlik İslam’ın inanç esasları, dini kavramlar sade ve açık seçiktir. Anlaşılması, anlatılması ve kabulü kolaydır. Aklı, mantığı zorlamaz. 6 Halis din Analiz ve sentez, atma ve katma kabul etmeyen, kaynağı sağlam ve değiştirlemez olduğundan tahrif edilemeyecek bir dindir. Bid’at ve hurafelere kapılarını kapamıştır. Allah tarafından tamamlanmış ve razı olunmuş tek hak dindir. 7 Tevhid İslam, her şeyden önce tevhid dinidir. En mükemmel Allah inancını yerleştirir. İslam’da Allah’ın sıfatları insanlara ve diğer varlıklara verilmez. Allah’ın hiç bir şeye benzemediği vurgulanır. İnsan ve başka yaratıklar tanrılaştırılamaz. Allah’dan başkasına tapınılmaz, dua edilmez. 8 Tüm peygamberleri tasdik Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere inanılır. Peygamberler arasında ayrım yapılmaz. Tanrılaştırma ve yakışık almayan isnatlar gibi aşırılıklardan uzak olarak, Allah’ın elçisi ve kulu oldukları kabul edilir. 9 Egemenlik Allah’ın Yasa, hukuk ve prensip belirleme, kanun koyma işi sadece Allah’a aittir. İslam; hüküm, hakimiyet, egemenlik ve otoritenin Allah’a verildiği, ezen ve ezilenin, kula kulluk yapanın olmadığı bir toplum oluşturur. 10 Sağlam kaynak İslam’ın temel kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an, kıyamete kadar tahrif edilemeyecek bir kitaptır. Dünyanın her tarafındaki Kur’an nüshaları aynıdır. 11 Evrenle uyum Evren ve içindeki varlıkların tümü Allah’a teslim olup itaat ettiklerinden Müslüman sayılırlar. İslam’ı seçip teslim olan insan da kainatla uyum içinde, aynı yasalara itaat etmiş olur. Böylece insanın emeği ve enerjisi evrenin imkanlarıyla bütünleşir. İslam, insanı evrendeki doğal güçlerle çatışmaya ve boğuşmaya sokmaz. 12 Tek toplum ümmet oluşturur İslam, uyumlu, tutkun ve dayanışma içinde hareket eden bir toplum ümmet oluşturur. Akide bağıyla bir araya gelen, ırk, renk, vatan, ülke ve sınıf ayrımı yapmayan bu toplumun temel dinamikleri harekete geçiren özellikleri kardeşlik, yardımlaşma, eşitlik, adalet, hakkı ve sabrı tavsiye etme, iyiliği yayma, kötülüğe karşı mücadele etmedir. Zina, fuhuş, hırsızlık, haksızlık, faiz… gibi kötü ahlak ve çirkin geleneklerin ortadan kaldırıldığı, insanların yeme içme, barınma ve cinsel oburluklarının engellendiği erdemli, iffetli bir toplum oluşturur. Küfrün tek millet olduğu gibi; bütün Müslümanlar da, birbirlerini ancak kardeş kabul eden tek bir millettir. 13 Kolaylık ve müjde İslam; dili, ırkı, mazisi ne olursa olsun kelime-i şehadet getirip buna uygun yaşayan herkesi Müslüman sayar. Eşitlik ve adalet esasına dayanır. Kimsenin zorla Müslüman yapılmasını kabul etmez. Kalpleri fethederek yayılmayı esas alır. Hükümleri yaşanılacak kolaylıktadır. İbadetlerin yapılmasında gücümüz dikkate alınarak birçok kolaylıklar gösterilmiştir. Gücün yetirilemeyeceği zorluklar emredilmez. İslam’ın rahmet, af ve müjde tarafı ağır basar. İslam, insanın ruhî ve bedenî tüm ihtiyaçlarını hoşgörüyle karşılayıp, kolaylıkla ve basit biçimde çözüm getirir. Ama bütün bu kolaylıklara rağmen, tembellik ve dünyaya aşırı meyilden dolayı kulluğunu ihmal edenler Allah’ın azabıyla ikaz edilirler. 14 Akla ve ilme önem verir İslam vahiy dini olmasıyla birlikte, akla büyük önem verir. Akla hitap eder, akıllıyı sorumlu tutar. Bilime de üstün değer vermiş, ilim öğrenmenin her Müslümana farz olduğunu bildirmiş, çalışma, öğrenme ve düşünce gibi konulara gereken yeri vermiştir. Yalnız unutmamak lazım ki, İslam akılcı değil, akıllların dinidir. 15 İnsan hakları Hiç bir düzende dinde görülemeyecek kadar insan haklarını gözeten İslam, insanın şu haklarını korumaya alır a. Din emniyeti İslam, din hakkını ve dini yaşama hürriyetini güvence altına alır. b. Nefis can emniyeti İslam, yaşama hakkını temin eder. c. Akıl emniyeti İlim ve tefekkürü emreden İslam, içki ve uyuşturucu gibi akla zarar verecek şeyleri yasaklar ve aklı her türlü arızalardan koruyucu tedbirler alır. d. Nesil emniyeti Irzın, şeref ve namusun korunmasını ve sağlıklı nesiller yetiştirilmesini temin için İslam gerekli her türlü ortamı hazırlar. e. Mal emniyeti İslam malı korumak için, hırsızlık vb. suçlara giden yolları tıkadığı gibi, insanlara yeterli geçim kaynaklarına sahip olma hakkını ve imkanını tanır. Özetle İslam, her insanın onurunu, namusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır. İslam, insan hakları konusunda hala ulaşılamaz durumdadır. İnsani kardeşlik prensibine yer verir. Irkçılığı ve takvanın dışında üstünlük anlayışlarını reddeder. İslam’ın emir ve yasakları, hükümleri, ibadetleri, ceza anlayışı… eşitliği isbat etmektedir. Diğer düzenlerde bu denli eşitlik teoride bile yoktur. Eşitlik adına adaletsizliğe de göz yummaz. Kadın – erkek eşitliği diyerek cinsel farklılıkların gözardı edilip istismar edilmesine, insanların sömürülerek zulmedilmesine yol açacak aşırılıklara da geçit vermez. İslam’ın, Önceki Peygamberlerin Şeriatlarıyla İlişkisi a İslam bütün peygamberlere gelen dinlerin adıdır bk. Bakara, 130 – 133. İnsanlık dünyaya peygamberle Hz. Adem’le gelmiştir. Zamanın şartlarına ve insanlığın ihtiyaçlarına göre Allah Teala peygamberleri değişik şeriatlarla hukuklarla göndermesine rağmen; itikat inanç her peygamberde aynı olmuştur. b Önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri dinler bir kavme gönderilmişti. Hz. Muhammed’e gelen İslam, evrensel bir dindir. Yani tüm evrene ve bütün insanlığa Allah tarafından sunulmuş, kıyamete kadar geçerli olacak bir hayat şeklidir. c Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslam Dini, önceki peygamberlerin tebliğ ettiği dinlerin hükümlerini şeriatlarını nesh edip ortadan şu anda geçerli olan şeriat Hz. Muhammed şeriatıdır. d İslam dini, Hz. Muhammed önce Allah tarafından gönderilen tüm kitapları ve peygamberleri tasdik eder. İslâm Hakkında Birkaç Ayet “Allah katında gerçek din islam’dır.” Al-i İmran, 3/19 “Kim İslam’dan başka bir din ararsa, ondan bu din asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.” Al-i İmran, 3/85 “Kim nefsini tümüyle Allah’a, O’nu görür gibi teslim ederse muhakkak ki o, en sağlam kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu ancak Allah’a dayanır.” Lokman, 31/22 “ Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı verip ondan razı oldum…” Maide, 5/3 İslam’ın Rükûnları İslam’ın rükûnları temelleri beştir Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın rasülü olduğuna şehadet etmek, namazı ikame etmek, zekat vermek, Beyti haccetmek, Ramazan orucu tutmak… Peygamberimiz’in İslam’ı tarif ettiği Cibril hadisi diye bilinen hadis-i şerifte ve konunun başında zikrettiğimiz İslam’ın beş temel üzere bina edildiğini bildiren hadiste cahil halkın yanlış olarak İslam’ın beş şartı dediği bu beş temelin sayıldığını biliyoruz. Şehadet veya tevhid kelimeleri dediğimiz imanın rükûnlarını temel ilkelerini ileride tevhid konusunu işlerken ayrıntılarıyla göreceğiz. Burada, bu ibadetlerin önemine binaen prototip örnekler olarak belirtilen ve diğerleriyle birlikte amel-i salih olarak etrafını câmi olarak tanımlayabileceğimiz rükûnlardan kısaca ve akaidi ilgilendirdiği yönleriyle bahsedeceğiz. Bu amellerin nasıl yapılması gerektiği fıkıh, ilmihal kitaplarında ve fıkıh derslerinde konu edinilmektedir. Amel-i salih nedir? Salih amel, Allah katında razı olunan amellerdir. Bu amel davranış iki özellik taşır Biri, İslam şeriatına uygun olması, ikincisi; niyyetinin Allah rızası için ve O’na ibadet için olmasıdır. Bir amel, bu iki özelliği veya bunlardan birini taşımazsa Allah katında râzı olunan amellerden, yani amel-i salihten olmaz. Böyle bir amelin ecri ve sevabı da yoktur. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki “Kim Rabbine kavuşmayı ümid ederse, salih amel işlesin, Rabbine ibadette hiç bir kimseyi ortak koşmasın…” Kehf, 18/110 Amel-i salihin İslam’daki yeri cidden pek büyüktür. Çünkü bu ameller Allah’a, ahiret gününe iman etmenin meyvesidir. Kelime-i şehadetin tevhidin manası, amel-i salih işlemek ve bu yola girmekle meydana çıkar. İslam kelimesinin teslimiyet anlamına geldiğini ve bu teslimiyetin de Allah’ın emirlerine itaat edip teslim olma demek olduğunu hatırladığımızda amelsiz, itaatsız, ibadetsiz İslam’ın olamayacağı ortaya çıkar. Amel-i salihin İslam’daki öneminden dolayı birçok ayetler onu övmektedir. Bu ayetlerin bazısı onu imana yaklaştırır, bazısı güzel mükafatını açıklar, bazısı da özellikle ahiret hayatında vereceği faydadan bahseder. “Andolsun asra ki, muhakkak insan ziyandadır zarar görecektir. Ancak iman edip amel-i salih işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç.” Asr, 103/1-3 Diğer örnek ayetler için mesela bk. Maide, 9 ; Ra’d, 29 ; Nahl, 97 ; Kehf, 30; Meryem, 76; Ankebut, 7, 9. Amelin kabulü için İslam’ı benimsemek şarttır. Bundan dolayı Allah, iman ile amel-i salihi beraber zikretmiştir. Bir kimse, Allah rızası niyyetiyle ve İslam şeriatına uygun bir amel de İşlese, eğer o kişi Kur’an’da belirtilen gerçek İslam’ı tümüyle kabullenip benimsemedikçe o ameli Allah onun yüzüne çarpacaktır. Böyle bir amel için ne bir sevap, ne de bir mükafat vardır. bk. Al-i İmran, 3/85 Amel-i salih çok çeşitlidir. İbadet olsun, muamelat olsun, Cenab-ı Hakk’ın emrettiği şeylerin hepsidir. Müslüman, Rabbına itaatı, şeriata boyun eğmeyi ve Allah’ın rızasını taleb etmeyi düşünerek bir amel işlediği zaman, amel-i salih ehlinden olur. Bu amel-i salihin başında dar anlamıyla ibadetler gelir. İbadetlerin de başında namaz, oruç, hac ve zekat gelir. Bunlar İslam’ın temelleridir. Bu ibadetlerde ihmal veya önemini küçümseme kesinlikle caiz değildir. Bunun için İslam’ı tanımlayan meşhur hadiste açıkça bildirilmiştir. İslam’da ibadetlerin önemi büyüktür. İbadetler, kişinin Rabbıyla olan ilişkisini düzenler ve belli bir şekilde Allah’a karşı kulluğunu ortaya koyar. İbadetler, Allah’ın kulları üzerindeki özel hakkıdır. Bu ibadetlere özen göstermek ve başkalarını önce imani esaslara, sonra ibadetlere davet etmek gerekir. İbadetler eksik olduğu halde, insanın imanının kuvvetlenmesi ve kalbinde kök salması mümkün değildir. Hatta küfrün egemenliğinin çevre şartlarının tümüne uzandığı günümüzde namaz başta olmak üzere, ibadetlere gevşeklik gösteren insanların imanları çok büyük tehlikelere girer. Yani kişinin namaz ve diğer ibadetleri hakkıyla yerine getirmeden mü’min kalması çok zordur. Bunlar, balık için su, insan için hava mesabesindedir. Bu ibadetler içinde namazın akaid açısından daha büyük önemi vardır. İslam; namazı, Müslüman ve kâfir arasını ayırt edici bir alamet olarak açıklamıştır. Ne yolculuk, ne savaş, ne hastalık halinde namazda ihmal caiz değildir. Onu terk etmek ve bu konuda tembellik göstermek münafıkların âdetidir. Kul, Rabbine döndüğü zaman kendisine ilk sorulacak şey namazdır. Namaz, Allah’a olan kulluğunu ve kelime-i tevhidin manasını kişiye devamlı hatırlatan bir ibadettir. Namaz, sahibini her türlü çirkinliklerden, fuhşiyattan ve kötülüklerden meneder. Namazın önemi konusunda Kur’an’daki ayetlerden bazılarının sure ve numaralarını verelim Rum, 31; Bakara, 1-3, 153 ve 238; Nisa, 103; 142; Ankebut, 45 … Müslüman, namaza “Allahü Ekber” ile çağrılır; onunla namaza başlar, namaz süresince sık sık onu tekrarlar. Çünkü Allah, her büyükten daha büyük, her kuvvet ve kudret sahibinden daha yücedir. Kul, her şeyden daha büyük ve aziz olan Allah’a bağlandıkça, O’ndan başka hiç bir kimseden korkmaz. Başkasına kulluk etmekten sakınır. Oruç, hac, zekat ve diğer bütün ibadetler, imanı takviye eder, nefsi kötülüklerden arındırır, kulu Rabbine bağlar. Oruçta, Allah sevgisini bedenin isteklerine tercih etme hali vardır. Müslümanı, ihlas, irade ve sabır hallerine alıştırma özelliklerini taşır. Zekat, Müslüman için cimrilik ve hasislik hastalığından temizlenmeyi sağlayan mali bir ibadettir. Malın esas sahibinin Allah olduğu, kendisinin ise bir emanetçiden başka biri olmadığını insan zekatla daha iyi kavrar. Zekat, mal sevgisine, Allah rızasını ve sevgisini tercih etmektir. Toplumun muhtaç kesimine hisse ayırmak, böylece sosyal adaletin sağlanmasına hizmet etmektir. Hac ise, Müslümanın ameli eğitimidir. Hac ibadetiyle Müslümanın fiilen açık ve muayyen bir şekilde kulluğunu ortaya koyduğunu görüyoruz. İlim, cihad, iyiliği emir, kötülükleri yasaklamak, sabır, tevekkül, takva, Allah sevgisi ve O’nun azabından korkmak… gibi emirler, Kur’an’ın üzerinde ısrarla durduğu salih amellerin başında gelir. İslam’ın Tebliği İnsanlık tarihi devam ettiği müddetçe, İslam, herkese tebliğ edilmelidir. Bu davet ve tebliğin asıl gayesi, insanları kula kulluktan kurtarıp sadece tek olan Allah’a bağlamaktır. Bu görevi yapacak insanlar mutlaka olmalıdır. “İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacak bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Al-i İmran, 3/104 ayet-i kerimesi bu durumu te’yid etmektedir. İslam, herkese, ama özellikle Müslüman geçinenlere götürülmelidir. Çünkü onların İslam bildikleri şeyler İslam değildir. Bu durum mutlaka düzeltilip onlara hakikat gösterilmelidir. İslamî davetin gayelerinden biri de, İslam’ı tekeline alıp ona kimseyi ulaştırmayanların elinden İslam’ı alıp herkesin ona ulaşmasını sağlamaktır. İslam, hiç bir gücün tekelinde olamaz. Hiç bir güç İslam’ın bazı ibadetlerini elinin altına alıp zorlaştıramaz. Bunu yapanlar, ister İslam adına yapsınlar, isterse cahiliye adına yapsınlar; her iki durum da Allah’a karşı büyük bir edepsizliktir. Çünkü Allah Teala, kendisine ulaşma yolunda ne kadar engeller varsa kaldırılmasını ister. Hatta o engellere karşı cihadı her Müslümana farz kılmıştır. Ta ki, insanlar saf ve berrak olan İslam’ı kendi istekleriyle tanısınlar, öğrensinler ve onu kabullensinler. İnsanları, insanların hakimiyet ve sultasından, değer verdikleri ağalardan, ağabeylerden, atalardan, babalardan, efendilerden ve bağlanıp kaldıkları âdetlerden kurtarıp, hayatın her safhasında Allah’ın nizam ve hakimiyeti olan İslam’a ulaştırmak… İşte, İslam budur ve bütün peygamberler de bunun için gönderilmişlerdir. İslam’ı Hayata Hâkim Kılmak İnsanlık tarihi boyunca, İslam’ın esas dayanağı olan temel ilke “La ilahe illallah” kaidesidir. Yani uluhiyeti, rububiyeti, saltanat ve hakimiyeti sadece Allah’ a tahsis etmek kuralı. Bu kaide gönülde ve kalpte inaç; duygu ve hareketlerde ibadet; hayat sahasında da kanun ve nizam olarak tezahür etmelidir. Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet etmek, böyle kamil bir şekilde olmadıkça Allah’a ve İslam’a saygısızlık yapılmış olur. Bu kaidenin tatbiki insan hayatının bütünüyle Allah’a yönelmesidir. Böylece insanoğlu bütün işlerinde ve hayatın her safhasında Allah’ın hükmüne müracaat ederek buna tabi olur ve Allah’ın hükmünü kendi düşünce ve görüşüne tercih eder. Allah’ın hükümlerini insanlara ulaştırıp tebliğ eden Rasülullah Bu kaide ise İslam’ın ilk şartı olan şehadet kelimesinin ikinci rüknünü temsil eder. “Şüphesiz Muhammed Allah’ın rasülüdür.” Fetih, 48/29 İşte İslam’ın dayandığı ve temsil ettiği temel ilkenin ikincisi. Bu kaide bütün yönleriyle hayata tatbik edildiği zaman, en mütekamil bir nizam ortaya çıkar. İşte Allah’ın razı olduğu nizam budur. İslam’ın hedefi, cahiyyeyi ortadan kaldırmaktır. Bunun için de yeni ve faal bir kadronun oluşturulması lazımdır. Bu kadro, yaşama tarzıyla, düşünce yapısıyla, sosyal düzeniyle, değer yargısı ve kaynağıyla, kısaca her şeyiyle İslam metoduna uygun hareket eden bir cemaattir. İşte, böyle bir kadro ancak yeniden İslam ümmetini oluşturur ve Allah’ın şu beyanatına mazhar olur “Siz, insanlar içinden seçilip çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Çünkü iyiliği emreder, kötülüğe karşı çıkar ve Allah’a inanırsınız.” Al-i İmran, 3/110. “İşte böylece sizleri mutedil bir ümmet kıldık. İnsanlara şahid örnek olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye…” Bakara, 2/143sorularlaislamiyet İnsanoğlunun içinde bulunduğu vakıa, idealiyle örtüşmediğinde, kendisi için problemli bir alanın vücudiyeti kaçınılmaz olmaktadır. Yaratılışı gereği, bir şekilde, yaşadığı problemi çözmek mecburiyetine mahkum bırakılan insanoğlu, böyle bir problemi çözmede iki temel tutum içerisinde bulunmaktadır İçinde bulunduğu vakıaya teslim olmak ya da vakıanın ideale uygun bir duruma dönüştürülmesini gerçekleştirmek. Son birkaç yüzyıldır vakıası ciddi anlamda kabusa dönüşmüş bulunan İslam dünyası, bu kabustan kurtulmanın yol ve yöntemini aramış; XIX. yüzyılda Afganî ile başlatılabilecek uyanış ve diriliş çizgisinde yeniden izzeti yakalamanın imkanlarını tesbit etmeye çalışmıştır. Bu çerçevede öze, yani Kur'an'a dönüş çağrısı merkezî bir yer tutarken süreç içerisinde Kur'an'a dönüşün yöntemi konusu da gündeme gelmiş ve önemli bir problem olarak kendisini hissettirmiştir. Bu kaçınılmazdır da. Çünkü Kur'an'a dönüş çabalarıyla arzulanan ideale ulaşmak, evrensel bir ıslahın gerçekleştirilmesini temin etmek; bir yandan geleneğin içerisinde yüzyıllardır egemenliğini sürdüren ve İslam dünyasının içinde bulunduğu zillet durumunu oluşturmada belli payı bulunan "usûl"le, diğer taraftan modern seküler paradigmanın olmazsa olmaz gördüğü "metodolojiler"le hesaplaşmayı zorunlu kılmaktadır. Müslüman için tüm problemlerin çözümünde olduğu gibi, yöntem konusunda da vahyin ve vahye tâbi fıtrî aklın belirleyiciliği esas olmak durumundadır. Ne var ki aklını, geleneğin ve modernitenin ön yargılarından yeterince arındıramamış bir kısım zümreler ya da şahıslar, Kur'an'ın mâhiyeti ve Kur'an'a yaklaşımın yöntemi konusunda belirli açmazlara sürüklenmekte; vakıayı dönüştürme adına bir tür vakıaya teslim olma çaresizliğini ve zafiyetini göstermektedirler. I İslâmî Araştırmalar dergisinin son cildinde c. ıx, sy. 1-4,1996, "yöntem" konusunun gündeme getirilip işlenmesi amaçlanmış; "Kur'an'ın Anlaşılmasında Yöntem Sorunu" kapak başlığı ile de dergi, okurlara sunulmuştur. Yerli ve yabancı pek çok müellif ve akademisyenin çalışmalarının yer aldığı dergide Ömer Özsoy'un sunuş yazısındaki ifadelerinden de anlaşılabileceği gibi, Kur'an ve tarih ilişkisinin ön plana çıktığı görülmekte, özellikle "tarihsellik" vurgusunun merkeze alındığı anlaşılmaktadır. İşte burada dergideki makalelerin değerlendirilmesi yapılırken böyle bir vurgu esas alınacak ve bu çerçevede bu yazının sınırları nedeniyle sadece bazı makalelerin tanıtımı yapılıp çeşitli eleştirel değinilerde bulunulacaktır. II Mısır'da hakkında büyük gürültülerin koptuğu ve Ezher Uleması'nca mürted ilan edilerek İsti'naf mahkemesi tarafından eşinden ayrılmasına karar verilen ve ülkesini terk ederek şu anda Leiden Üniversitesi'nde görev yapan Dr. Nasr Hâmid Ebû Zeyd'in derginin ilk yazısını oluşturan "Tarihte ve Günümüzde Kur'an Te'vili Sorunsalı" başlıklı makalesi, klasik ve çağdaş İslam düşüncesinde te'vil sorunu ile ilgili tartışmaları belli bir kronolojiyi de gözeterek ele almakta ve örnekler ışığında konuyu sunmaya çalışmaktadır. Tarihî süreç içerisinde "İslamî akım" dinamizmini yitirdiğini; içtihad kapısının kapanır hale geldiğini; durgunluk, taklit ve şerh ve haşiyeciliğin İslam toplumunda egemen olmaya başladığım belirten Ebû Zeyd, Çağdaş dönemde İslamî aklın yavaş yavaş kendisine geldiğini kaydederek Muhammed Abduh'un bu dönüşümü sağlamadaki rolü üzerinde durur. Daha sonra Abduh'un te'vil ve Kur'an'ın anlaşılmasındaki yöntem ile ilgili görüşlerine geçen Ebû Zeyd, Abduh'un etkilediği ve ondan sonra gelişen te'vil ve yöntem konularında Reşid Rıza, Taha Hüseyin, Ali Abdurrazık, Halefullah ve Emin el-Hûlî gibi Abduh'un sağında ve solunda yer alan düşünürlerin görüşlerine yer verir ve onlara atıflarda bulunur. Burada dikkati çeken nokta, düşünürlerin görüşlerine yer verilirken özellikle Kur'an kıssalarının vâkıi olmayıp tarihsel olduğu yolundaki görüşlerin ön plana çıkartılması olayıdır. Taha Hüseyin'in, el-Hulî'nin ve Halefullah'ın Kur'an'daki kıssaları vâkıî görmediklerini ve Kur'an'ın belli bir amaca yönelik olarak mevcut toplumun "mit"lerini alıp kullandığını söylediklerini açıkça ortaya koyan ve delillendiren Ebû Zeyd, aynı şeyi Abduh için de yapmaya çalışmakta ve fakat başarılı görünmemektedir. Aslında Abduh'tan konuyla ilgili yaptığı iktibaslardan dahi böyle bir kanaat hasıl olmamaktadır. Anlaşılan o ki Abduh, Kur'an'ın kullandığı bazı tabirlerin ve ifadelerin o günün toplumundan alındığını söylemekte ve Kur'an'ın vakıî olmayan "meseller" kıssalar değil kullandığını belirtmektedir. Yoksa o genel bir bakış olarak kıssaların vakıî olmadığını iddia etmemektedir. Yine Abduh'un, Kur'an'ın "tarih" öğretmek gibi bir amacının olmadığını söylemesi amacın ibret vermek olduğunu belirtmesi onun kıssaların tarihî olarak doğru olduğunu reddetmesi anlamına getirilmeye çalışılmaktadır ki bu uygun bir yaklaşım değildir. Ebû Zeyd'in Kur'an'ı tarihsel gördüğü ya da ona tarihselci yaklaştığı ve hatta Kur'an'ın tarihsel oluşunu Marksist bir temelde ele aldığı bilinmektedir Onun bu yaklaşımı ve eleştirisi için bkz. Muhammed Ammara, ile Hak söz'ün bu sayısındaki röportaj ve Ammara'nın Ekin Yayınları arasından çıkacak olan "Aydınlanma ve Saptırmalar Arasında İslam" kitabı Bu nedenle ıslahatçı çizginin en önemli ve etkin şahsiyetlerinden birini "tarihselci" göstermeye çalışmak Ebû Zeyd açısından anlamlıdır. Makalesinde Taha Hüseyin, Ali Abdurrazık ve Ahmed Halefullah gibi modernist ve seküler eğilimli şahsiyetlerin savunusunu yapmak mâhiyetinde atıflarda bulunan Ebû Zeyd; yazısının sonuç kısmında, Kur'an'a tarihselci yaklaşan Hûlî'nin yönteminin beşerî bilimler alanındaki, özellikle Dilbilim ve Hermenötik'te kaydedilen bilgi birikimine uygun olarak geliştirilmesiyle, Kur'an çalışmaları alanındaki durgunluğun aşılabileceğini kaydetmektedir. Burada Hikmet Zeyveli'nin "Kur'an Kıssaları" adlı makalesine de değinmek gerekir. O bu makalesinde Kur'an'daki kıssaların mâhiyeti üzerinde durarak, Ahmed Halefuflah'ın el-Fennu'l-Kasasî fî'l-Kur'an'il-Kerîm Kur'an'da Kıssa Anlatım Sanatı adlı eserini tanıtmaya çalışır. Hatırlanacağı gibi Halefullah, bu eserinde özetle Kur'an'daki kıssaların bir hakikate dayanmadığını, bunların o gününün câhili ortamından -hurafe dahi olsalar- alınarak mesaj vermede kullanıldığını, kıssalardan amacın ibret vermek olup tarihî bilgi vermek olmadığı ve bu kıssa yöntemi edebî bir sanat olarak kullanıldığından bunlarda tarihî gerçeklerle uyum aranmaması gerektiği gibi bir takım fikirleri savunmaktadır. Bu görüşlerin eleştirisi ve Kur'an kıssalarının hakikatliği konusunda bkz. Ömer Mahir Alper, Kur'an-ı Kerim ve Kıssalar, Hak söz, sayı, 50; M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları-1993 Yukarıdaki görüşleri tamamıyla paylaşan Hikmet Zeyveli, Kur'an'daki kıssaların vakıî olduğunu kabul etmediği gibi, aynı şekilde bu kıssalarda geçen "mu'cize" olaylarını da gerçekten olmuş ve yaşanmış olaylar olarak görmemektedir. Mu'cizelerin gerçek olarak vuku bulduğuna olan inanışın kıssaları doğru olarak, yani tarihsel olarak değerlendirilememesine bağlayan Zeyveli şöyle demektedir "Geçmiş toplumların veya peygamberlerin yaşantılarında "mu'cize" diye nitelenen "harikulade" olayların vuku bulduğu inancı da, bize göre, büyük ölçüde, Kur'an kıssalarının yukarıda vermeye çalıştığımız özelliklerinin göz ardı edilmesinden kaynaklanmaktadır." s. 182. Mu'cize olayının gerçekliği konusunda şüphe içinde olmak ve -belki de mu'cizelerin anlatıldığı olayların kıssalar içerisinde bulunuşu sebebiyle- Kur'an'daki kıssaların gerçek ya da vakıî olmadığına ilişkin teoriler üretmeye çalışmak, tipik bir "geçmiş yüzyıl hastalığı" olarak değerlendirilebilir ve bundan kurtulmak gerekmektedir. Bugün, ne batılı bilimsellik teori ve kalıpları ne de deterministik yaklaşımlar bizim üzerimizde bir egemenlik kurabilir. Çünkü bir yanda Batı'daki bu anlayış ve yaklaşımlar sorgulanırken -ki işin tabiatında bu vardır- diğer tarafta vahiyle aramızdaki mesafe kısalmaktadır. Vahye teslim olmak demek Allah'ın egemenliğini her alanda kabul etmek demektir. Dolayısıyla Allah tabiat üzerinde de egemendir ve her an tabiata müdahale edebilir. Peygamberlerle ilgili olarak gerçekleşebileceğini Kur'an'dan öğrendiğimiz mu'cizeler, toplumsal olaylarla ilgili olarak gerçekleşen ve değişmez yasaları bulunan "sünnetullah" gerçeği ile karıştırılmamalıdır. Kur'an "Allah'ın izniyle" yeni bir "emr" gönderilerek tabiattaki sürekliliği olan bazı olayların değişebileceğini ortaya koymaktadır. Kur'an'daki mu'cizelerin herhangi bir farklı manaya yorumlanmasının imkanı yoktur ve konuyla ilgili âyetler çok açık muhkem ayetlerdir. Bunlar en az ahkamla ilgili ayetler kadar muhkemdirler. Ayetleri zorlamak ve çeşitli saiklerle üretilen teorilere uyarlamaya çalışmak yerine bu teorileri Kur'an'a uydurmak daha sağlıklı ve tutarlı yol olsa gerektir. III Mehmet Paçacı'nın "Kur'an ve Ben Ne Kadar Tarihseliz?" adlı makalesi, tarihsellik problemini -çok detaylı olmasa da- bir bütün olarak Kur'an, anlayan özne ve bu ikisi arasındaki ilişki düzleminde ele almakta ve gerek Kur'an'ın gerekse anlayan öznenin tarihsel olduğu tezini ortaya koymaya çalışmaktadır. Makalesinin girişinde tarihselci yaklaşımın kısa bir tarihini veren Paçacı, Kur'an'a yönelik olarak ortaya çıkan tarihselci ve evrenselci yaklaşımın iddialarını özetleyerek tarihselciliğin İslam'ın yeniden hayata müdahalesinin gerçekleşebilmesi için zorunlu olduğunu söylemektedir. Paçacı'ya göre Fazlurrahman'ın da belirttiği gibi Kur'an, yeryüzünde ahlakî temellere dayalı bir toplum oluşturmayı hedeflemektedir. Kur'an bu bağlamda ahlaki-dinî bir vahiydir. Diğer konuları ve alanları bu asıl konuya destek verdiği ölçüde söz konusu etmektedir. Ona göre Kur'an bir ahlaki hükümler bütünüdür. Paçacı, Kur'an hükümlerini küllî ve cüz'î hükümler olmak üzere ikiye ayırmakta ve sadece küllî hükümlerin evrensel olabileceğini söyleyerek cüz'î hükümlerin -tarihî şartlarla kayıtlı olduklarından- yeniden belirlenmesi gerektiğini belirtmektedir. Kur'an'daki ahlaki tümel ilkelerin -ki zaten dinin aslını bunlar oluşturmaktadır- belli bir zaman ve mekan içerisinde tikel durumlara uygulandığını ifade eden Paçacı, konuyu şöyle açıklamaktadır "Bir anlamda, tarihsel durumlara uygulanan hükümler, Kur'an'da kabul edilen evrensel, tümel ahlakî ilkelerin tikel tarihsel durumlar zemininde tezahürüdür. Bu çerçevede Kur'an'da bulduğumuz hükümler tarihsel hükümlerdir. Bu anlamda Kur'an tarihseldir."s. 125.. Bu tikel-tarihsel hükümlerin arkasında evrensel ilkeler var olduğundan Kur'an'ın bu yönüyle evrensel olduğunu belirten Paçacı, tarihsel hükümlerin evrensel hükümlerin tesbiti için gerekli olduğunu da sözlerine eklemektedir. Bu çerçevedeki tarihselcilik anlayışı, Kur'an'ın aile, miras, ekonomi, ceza vb. ile ilgili hükümlerini tikel-tarihsel hükümler olarak kabul etmekte; bunların arkasındaki evrensel ilkelere ulaşarak o evrensel ilkelerin yeniden günümüzün tarihsel koşullarına uygulanmasını savunmaktadır. Bunun yapılabilmesi için Kur'an'ın indiği tarihsel şartların çok iyi bilinmesi gerekir. Bu durumda sebeb-i nüzulü bilmek temel bir görev olmaktadır. Tarihselciliğin önde gelen ismi Fazlur-rahman'ın aksine Paçacı, Kur'an'ın tarihsel olduğunu savunduğu gibi, tikel hükümlerden tümel hükümleri elde etmenin ve bu tümel hükümleri tekrar içinde bulunulan tikel duruma uygulamanın da tarihsel, dolayısıyla genel geçer olmayan, sübjektif ve izafi olduğunu düşünmektedir. Bu noktada Gadamer'e katılan Paçacı şöyle söylemektedir "Kur'an'ın anlaşılması ve uygulanması onun tarihsel hükümlerinin arkasındaki evrensel öze ulaşmakla mümkün olabilmektedir. Ancak bu süreçte anlayan kişinin tarihselliği anlamda tabiî ki etkin olmaktadır. Onun içinde bulunduğu şartlar, o zamanki anlayışlar vb. öznenin anlayışına tesir eden faktörlerdir. Anlamanın kendisi de tarihsel bir ortamda gerçekleşmektedir. Hükümlerin ya da tarihsel olayların anlamı, tarihsel perspektifin değişmesiyle değişecektir... Nesnel bir anlamaya ulaşmak mümkün değildir. Bu bakımdan tarihsel anlama her zaman tarihsel bir ufkun ifadesi olacak, tarihsel şartlardan bağımsız olamayacak ve bu yüzden de nesne! olamayacaktır." s. 130.. Makalesinde görüşlerini temellendirmede içtihad, istihsan, maslahat, sebeb-i nüzul ve nasih-mensuh gibi geleneksel kavramlara da atıfta bulunan Paçacı, amacının İslam'ın bazı unsurlarını dışarıda bırakmak olmadığını söyleyerek Kur'an ve Hadis nassının İslam'ın temel kaynakları olduğunu da ifade etmektedir. Hemen belirtmek gerekir ki böyle bir anlayışın tartışılabilecek pek çok yönü bulunmaktadır. Fakat bunları burada tek tek ele almak bu yazının sınırlarını aşar. Biz burada mezkur iddialarla ilgili sadece bazı değinilerde bulunmakla yetinmek istiyoruz. Aslında tam anlamıyla "tarihsellik", modern seküler paradigmanın oluşturduğu bir kavramdır ve onda vahye, ilahi olana yer yoktur. Bu nedenle, tarihselci yaklaşım açısından, ortaya konulan her hüküm, hakikat iddiası taşıyan görüş ve düşünceler onların ortaya çıktığı tarihsel, sosyal, ekonomik, siyasal vb. şartlarla belirlenmiştir. İşte bu nedenle de mutlak doğru ve hakikat olma gibi vasıflar onlar için aranmaz. Kuşkusuz Paçacı ve tarihselci yaklaşıma sahip diğerleri Kur'an'ın bütünüyle tarihsel olduğunu savunmamaktadırlar. Onlar evrensel hükümlerin de varlığını kabul etmektedirler. Bununla birlikte Kur'an'da tikel tarihsel hükümlerin var olduğu şeklinde "genel kapsamlı" bir iddia da burada önemli bir yer işgal etmektedir. Bir kere böyle bir ayırımı yapmanın oldukça geçerli dayanakları ve nedenleri olmalıdır. Ama görünen o ki her tür rasyonelleştirme çabasına rağmen asıl saik, mevcut egemen yapıyı dönüştürme karşısındaki umutsuzluk ve bunun ardından gelen uzlaşmacı ve teslimiyetçi temayüllerdir. Çünkü ortaya atılan bu tezin dayandığı temel, sebeb-i nüzul, nesh vb. gibi gelenekten devşirilen ve aslında Kur'an'ı zannîliğe oturtan teorilerle modernitenin ürettiği vahye yabancı kavram ve anlayışlardır. Oysa beklenen, böyle iddialı bir görüşün vahyin bizzat kendisi ve salim akıl üzerine bina edilmiş olmasıydı. Mesela tarihsel kabul edilen hükümlerin böyle kabul edilmedikleri takdirde Kur'an ve vakıa açısından ortaya çıkabilecek çelişkileri sergilenmeliydi. Başka bir ifade ile toptancı bir tarihsellik anlayışının akli ve vahyi illetleri ortaya konulmalıydı. Ayrıca vahyin bütününü ahlaka indirgemek ve diğer tüm hükümlerin geçerliliğini ahlak temelinde düşünmek oldukça indî ve genellemeci bir yaklaşım olarak görünmektedir. Bunun da sistematik bir temele oturtulması kaçınılmazdır. Ahlakın mâhiyeti; neleri kapsayıp neleri dışarıda bıraktığı; hukuk, iktisat ve siyasetle olan ilişkisi ve metafizik temelleri tesbit edilmeksizin "Kur'an ahlakî hükümler bütünüdür" gibi bir yargıda bulunmak havada kalmaya mahkum olmaktadır. Bu bağlamda söylenebilecekler arasında önemli gördüğümüz bir başka husus, Kur'an'daki hükümlerin, küllî olanlar ve tikel olanlar şeklinde -savunanlarının dahi tam olarak tesbit edemediği- muğlak kategorilere indirgenmesi olayıdır. Nedir bu küllî ve cüz'î hükümler? Bunları kim, hangi sağlam kriterlere tâbi olarak yapacaktır? Ondan da öte, böyle bir kriter üzerinde teorik olarak dahi uzlaşmak mümkün müdür? Sadece bir örnek olarak namazın veya orucun tarihsel-tikel hüküm kabul edilip -mezkur iddia çerçevesinde tarihsel olmadığı tutarlı kalınarak iddia olunabilir mi?- yapılagelenden bambaşka, tamamen "bugünkü tarihsel şartlara özgü" bir formda icra edilmesine ne engel olabilecektir? Burada Baki Adam'ın "Kur'an'ın Anlaşılmasında Tevrat'ın Rolü" başlıklı makalesine de Kur'an'ın tarihsel olduğu ve "tarihsel tikel hükümlerin" yeniden üretilebilirliği iddiası çerçevesinde değinmek gerekmektedir. Makalesine "Kur'an'ın anlaşılmasının yollarından biri de Kur'an öncesi vahiy metinlerinin tahlil edilmesidir" s. 167 diyerek başlayan Adam, "Kur'an'ın tarihselliği ile ilgili tartışmalara, Kur'an öncesi vahiy metinlerinin kısmen ışık tutacağı" s. 167 kanaatindedir. Tevrat'ın tahrif edilip edilmediği konusundaki iddiaları bir yana bizim asıl olarak burada değinmek istediğimiz nokta onun Kitab-ı Mukaddesteki bir takım hükümlerle Kur'an'ın hükümlerini karşılaştırması ve hırsıza, zina edene vb. verilen cezalardaki değişimden hareketle bu konulardaki hükmün şartlara göre değişebilirliğini ve yeniden düzenlenebilirini savunmasıdır. Nitekim hırsızın hükmünün değişebilirliği ile ilgili şöyle söylemektedir "Görüldüğü gibi, hırsızlığın cezalandırılmasının hükmü konusunda Tevrat ile Kur'an arasında çok büyük bir fark vardır. Kur'an'da getirilen ceza, Tevrat'ta belirtilen cezadan çok daha şiddetli ve caydırıcılığı da o oranda güçlüdür. Toplum düzeniyle ilgili bir suç olan hırsızlığın cezasının sertleşmesi, bu alandaki suçların cezalarının hükümlerinin şartlara göre değişebileceğini göstermektedir." s. 176. Kur'an önceki şeriatlarda verilmiş bazı hükümlerin değiştirildiğini nesh edildiğini zaten kendisine muhatap olanlara söylemekte ve biz değişen bu hükümlerin bazılarını yine Kur'an'dan öğrenebilmekteyiz. Esas olan nokta bu değişimin ya da neshin kim tarafından gerçekleştirildiğidir. Kur'an nesh, teşri' ve hüküm koyma yetkisini yalnız Allah'a has kılmaktadır. Ve hükümlerdeki değişim ancak vahiyle gerçekleşmektedir. Yeni bir şeriat gelmeyeceğine göre Adam'ın öngördüğü "değişim" nasıl gerçekleşecektir? Ona göre -düşüncesinin tabii bir sonucu olarak- burada içtihaddan başka seçenek kalmamaktadır. Oysa açık bir hüküm karşısında içtihadda bulunmaya çalışmak aslında Allah'ın hükmünü iptal etme teşebbüsüne kalkmak demektir ki bunun bir mü'min açısından anlaşılması mümkün görülmemektedir. Şimdi anlamın tarihsel oluşu konusuna geçilebilir. Kur'an, hakla batılı ayırdedici olma furkan vasfına sahip, insanlar arasında hüküm konusunda ölçü olan ve insanları hidayete erdirmek için gelmiş bir kitaptır. Kur'an'ı anlamanın izafi olduğunu savunmak yukarıdaki vasıflarla olduğu gibi kendisini apaçık mübin ilan etmiş ve etraflıca ayetlerinin açıklanmış olduğunu belirtmiş Kitabla çelişki içerisine düşmek demektir. Aslında Kur'an'ın çok biçimli anlaşılırlığını savunmak ve farklı anlamlara gelebileceğini iddia etmek onun hiçbir anlama gelmediğini savunmak demektir ki bu tamamen vahyin amacına ters bir durum arzetmektedir ve böyle bir amacı ortadan kaldırmaktadır. Böyle bir yaklaşımı ön görmek bırakın vakıayı dönüştürmeyi, her hangi bir iddia uğruna ciddi mücadele vermeyi dahi engelleyicidir. Çünkü uğruna ölümlerin göze alınmadığı inanç ve iddiaların yaşama egemen olma şansı da yoktur. Öznellik ise, tarihe müdahale etmeyi amaçlayan bir hareketin azığı olamaz. Bundan da öte, böyle bir anlayış kendini sokarak öldüren akrep gibi daha yolun başında savunusunu yapanı öldürür. Çünkü "anlamın tarihselliği" iddiası daha baştan kendisinin tarihsel olmasını gerektirir. Bu çerçevede Sadık Kılıç'ın "Nesnellikle Öznellik Arasında Yorum" başlıklı makalesinde sonuç olarak ortaya koyduğu "yorumda görelilik, bir hakikatin tesbiti olup bir yasak ağaç değildir"s. 112. şeklindeki yargısı ve "anlama ilişkisinin göreliliği serin kanlı bir itirafı gerekli kılmaktadır, bir tehevvür ve hiddeti değil. Çünkü "hep bir geleneğe bağlıyızdır ve bu gelenekten herhangi bir şekilde kaçıp kurtulma şansımız da yoktur. Üstelik ne yaparsak yapalım tarihsel varlıklar olarak o geçmişe katkı yapar dururuz." s. 112. biçimindeki hükmü aynı eleştiriye muhatap olmak durumundadır. Zira vahye iman etmiş bir insan, vahyin, gelenek zincirini kırmak için indirildiğine de iman eden insan demektir. Vahye inanmayan ve bu nedenle geleneğin köleleştirici bağlarıyla bağlanmış olmanın çaresizliğinde ortaya konmuş bu anlayışları, vahye muhatap olan bir zihne uyarlamak yapay bir sorunla cebelleşmek demektir.

vahye teslim olmak ne demek