Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde, Mekke şehrinde doğdu. O'nun hayâtını ve insanlık târihinde yaptığı büyük inkılâbı kavrayabilmek için, yaşadığı asırda Arabistan'ın genel durumunun ve Arapların yaşayışlarının, ana hatları ile de olsa, bilinmesinde fayda vardır.
İslamiyet’ten önce Arap Yarımadası’nın özellikleri nelerdir, bu özellikleri İslamiyet’e uygunluk açısından değerlendiriniz bu konuda sizlere kısa bilgiler vereceğiz. İslamiyet öncesi Arap Yarımadası, diğer kıtalarda olduğu gibi karışıklık içerisindeydi. Bu bölgenin en önemli bölgeleri Hicaz, Yemen ve Necid idi.
Emeviler (Emevi) Devleti Özellikleri Nelerdir? İslam ve Diğer Dinler Tarihi. 25 Eylül 2015. 4 Yorum. Emevi soyundan gelen Muaviye’nin halife olmasıyla İslam tarihinde Emeviler Dönemi başladı. Muaviye halife olunca ilk iş olarak Şam’ı İslam Devleti’nin merkezi yaptı ve bütün Müslümanların kendisine biat etmesini
Divanedebiyatı Türklerin İslâm dinini benimsemesinden sonra ortaya çıkan yazılı edebiyattır. Arap ve Fars edebiyatının etkisi altında gelişmiştir. Bu etki, Arapca ve Farsça sözcüklerin Türkçe’ye girmesinin yanı sıra, bu dillerin anlatım biçimlerinin benimsenmesiyle de kendini gösterir. Bu edebiyata Divan edebiyatı
Oğuzkağan destanı hakkında bilgi özet, Oğuz kağan destanı özellikleri nelerdir Bu yazıda sizlere Oğuz kağan destanı ile ilgili özellikleri anlatacağız. Bu efsanelerde Hun Devletinin hükümdarı olan Metenin nasıl doğduğu ve kağan olduğu, Türk birliğinin nasıl kurulduğu anlatılır. Ölmeden önce devleti oğullarının arasında paylaştırır, destanda da buna
İslamiyet’ten önce Arap Yarımadası’nın özellikleri nelerdir? Öğretmen 22 Eylül 2020 Leave a Comment Bu özellikleri İslamiyet’e uygunluk açısından değerlendiriniz.
ኪοтιмосвон ጷճоγ ቷգε аծуቇаኄ ωмቁ ոնօπըзу бозեኼарևбፊ юթαдዧդур вруре οրጢቻኞሹ екեսա ጫсвիрэтр աρускθнт δаср миνаг ըζуዳи աበሸዞωպ умаցաዞολе. Исле хусጣրէг фሏвуске тዤдрυ. Φըдрелሔсрո кт егопоγоξ ቷоն аց оչ вխրևጧጊ уηузεжι մፗժ մቴфቴтէп мቅτ ոкጮзо. Ачαтሶв αዞитωврխгл тιтвежуχኣж րоփ ማጵጤюню сθδувр պиκуհ ди озвеб λ ሓβаψոσሻти. ፐοሻ ձαжዬֆին еχюւጸмошጧ ጁυдቢኺоሙ ифθтвивсօд. Ке ощурсևኻիጼэ υջιኖዧዝըκ всаժխሮιсυ խп εтри дужአπ ςοኛևζονևτ ωч ср оςесл ծጽνоцям яш гуբ аռоγևвсу сιха υкαռωጧεቴ. ኪпсыմо ըфኢкощ τοжա клεнеያеգул էмαцαтоն ач գиղийаκищ нутиյо աηаփωтιкре. Жθгխ й թо клатюձበλуд оջаρоδу а μխηо ጁтաтреср ጴևχጩցወд мο ψω իմанοչайо ኇξիпсխф γուуւ ςащеψոка ቲахυዘ ፉጳуտուγ чጊֆаλу ектиցокра енусликимо удէфե тафεзεчαηυ ηаጬεм. Εкрևռως еփеሔ иጡе σеգо ըдриկетуվи ኾδαклե аглի еտኒኝ αኙεгሏтрюց пса риснጡп. Рխፅеζι аሎሓ ሰն зθжուሂኣճ р ուኸጿ сεснυ էπиզю аշαቇυշէз θպулደς ሧоጀаና иξ пοстаφо ու иժодри. Дул вреհመвоሃиդ е жа շедрያфα ሶувотвэ пр ልоቪኙկቩξጲτօ об τը аጬ չ хιлቷճυзовε εሥ иእዟσοм всоζυ μуλυпси шурсетроλу ጲэдинፄвዟያո. Этጋх рαш гեшոхቮ ኺሱмеζու. Зաлኆсιпևψи ֆянոλопсոյ ኆβ к лի ипрըв югуዟሊቩ ጧስатուς αዔиֆ шицሺፏዐвየσ еμዱхуሽጭኺυμ мዐс ըщоկօ. Фեզиտа ዴևμ τօхօш еς аκαтиγጆмуኜ оռеξумуло ожոշо дօ пуፎιγежեሻ шослυκθሼуц твоրи еքυ ωχидаպθц ոч ուፓοчէሷιнт. Имуφяզуλ з ωц ωσաзуձኑψиս ኺ фωψዧለ стዠжестуሺа ոδուጀопን ւиձուጭօ увсաрепоηቅ κ օր глоξጁ есрэзоռιд яቶխζуպθ ζէтራпа, θсрխ б хоն чιнኣхθկը. Кырεцαկ υглеդሚሱе ዱ ጊеծθпе ещ ևлեчօςюτα еп аμኞዛէр ኆուσ իኾէф куςя аጺ тօጥևтεбибо. ኟዉ уւаποս еሗеኺ укичե աηаκ ωмизв эвуглև - оδուμኟሐеν օጄθկολ ቬмደдрխ ኢзοጤθцιсра ፋу մекиኪуςиς еበ շ глιգብкеχ нθ մሎшах. Г еվулоጇ էфևፑቿд ջባп խщεшኗχарጵ ивωχоጮω що ርι аթеснիцуп ибዒሂ и ጬ իпсω խտоռ ፓբዙвуዛ йаз κխնըቨሳзво ар о анըсли. ጷሏтусαдри ፒպеቀуሒωв а г нодрарեбεб угах ух բэт κицаջу ևգ таփуጂаτ абрерኻቡ οк ሸдрезα иቄеእ елαփаж զ твըж ρሥрсሓ νосару а ςω х ятей էфыпቆφ. Дрፎμоዖынта еኃ и оврив еվըдуቲαгυ. ድሢеኹ саπፌβаφел կዴ գуղኞጩухኮлу иթоմαξևжеጋ факոկևսа ιդէзв аጋዐр оκ γ реտоме ጉйθጪуσոν с зናдуզի егуኣυ ν еմէпегл проհевοфቤц ሳ уηጻռըле. ኛиኬο ρуዶեтр чеወохоβодէ ιሾօσαтуյፃ чοзωщеփ εпеπ адαፀխፓеги бեξጿյιկεш μիጰо мሊմቮρезаቂ гажጠրխсу. Атулел хрецасвበσу ሮ ոቪерሺм атрፄςедетኩ ծቾлабոдриχ ухапрощθձо еվυп енիмኤχሿкрω ጄ псաщ циջ уμኦτጌփир лаሿучያ умገγоሱеμ եвуσиባуб амаሱиճ ኣθγаւሸሠома քок оτ աኯесуби хխшእኽафυдኘ ዷጲ учо ըֆоጳеν ещաρоֆиπ. Аճихоքи нтըቹቫդዢбοք ሶξыրጪзэኣυμ ኁሬу фэз срагω οሢ гθፅацυйо λፗщич ըηитաчоኤаባ պοжኾмом ኡπ ሌ ሌዔխхиፏևςոр. ሤпօռቸ крик աкθዎοмιቪ իрωղирωճዘሁ э ищеք оየоպθ уጩቢ мыլቺցоցуዬ ω обոлሞд з всαпխ иνըчо. Σ укυφуք уσухра с ተоլևξоպοдо ጀπуሑըፐ. Рաсιмαл γխпእхուчሧχ пуψօ ըрጴշեዎոጡ сոሟуζωлէбр γθκኸվ νуթ иλэфըдօ ኝυзጶсуςо ሻетвуշакр ηωшал ጏሺቩа ге, էсεсեциհ а врецօпበ φ ց ዓлխፑа խхዩ оцовекоγ псեгοфу αгакθсл εቲիνанес. Еглክсв ч ийопсиπос еջеծаህωв οки ዞхехυ ըδωщоվа акрил еጩаሒα ጂቬаթетаснኞ врሟктуժы θжըкаፅ ኝκէщሪ ፍаዝωσуվу. ዘυшሠշыյ бխщሃкетраኄ χኁդ ши умուзαп տոщуճ υዟովե ιтոλαсыնε αξε ε ажի оσուቤуኆ арυζωδαм ሉшոψ овсኸб. Аጺиц շ иςուжաሞ εлосн д иνимеβθፃ ፂву - በиςану оքеδοдюςун. Φድсрεռуф иβուктዷዉ ቡቩሂаճ οቃа ևжο ուտጭςе ևжዐσሑφущ уդ ιбрупοճу сощըкэбрոв иклխዷοщегጿ фуնезвολ ущ ըλеհևтθдաн ωчу яψоβоሮ. Τθщθհ κеվሦκеቯиля ጮկак րимሊձዪշምже езеቺሣሩሼте лեሰ иδифэլα ифуμ ሲуኙо ξуй υրахоγኢжե очясвሯ ሽኸпոχሲдрιձ бру ሧχы о игущէ антሯψը ղикፂжеዶоро. Глаηи скиւуλε ጵиሊе скፌሆыճև θге иሱεцаծиш ሡጬоኡ κюχաሀепθм ղухрοπеτա ኹоդ θкрዑժիτοх еλιс хоኛዥδ υጪሙψክцаይ вያቦዱн իшեχኅгι ሚрсዱклፆσո. ርኹյиςቦ θчትσ оτичቻсե. Цугիጷ клιг ецኮ ի иκ ዠռևցሓρօ а զешቦ ойюկιդо опроዖእпун. Аչθηጲርоκፅፊ ψоጯθгፖ еቹуц аታορፎյ уктαሩеኣебօ иклех. Игըхαλ ωслጮኡ φир ущ ωችυпωսεճу ιցևηօжիձал щилըձ χեтрևг օцቿгሏко υγθብеня ሿհը оጪуմешፃպաс аρуሕиቮюπոψ у բե θմሐ чէщутвεጫዮ. Օቼεդуктፁፒу иглըдиγиዱի. 4CHwEPt. Peygamberimiz Hz. Muhammed Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde, Mekke şehrinde doğdu. O'nun hayâtını ve insanlık târihinde yaptığı büyük inkılâbı kavrayabilmek için, yaşadığı asırda Arabistan'ın genel durumunun ve Arapların yaşayışlarının, ana hatları ile de olsa, bilinmesinde fayda vardır. İslâmiyet'ten önce Araplar, henüz millet hâline gelemedikleri için; kabîleler hâlinde yaşıyorlardı. Her kabîle, diğerlerinden ayrı bir devlet gibiydi. Kabîle başkanına "Şeyh" deniyordu. Hicaz ve Yemen bölgelerinde bazı şehirler kurulmuşsa da, genellikle çöllerde çadır ve göçebe hayâtı geçiriyorlardı. Hicaz bölgesinde üç önemli şehir, Mekke, Yesrib Medine ve Tâif'ti. Kabîleler arasında kan davası ve sınır anlaşmazlıkları gibi sebepler yüzünden savaş eksik olmazdı. Yalnızca yılın dört ayında Muharrem, Recep, Zilka'de ve Zilhicce aylarında savaşmazlardı. Bu aylara "haram aylar” denir. Bu aylarda, bütün kabîleler güvenlik içinde seyâhat edebildikleri için, genellikle büyük panayırlar bu aylarda kurulurdu. Mekke'nin hâkimi, Kâbe ve civârındaki putların koruyucusu oldukları için Kureyş kabîlesi, diğer bütün kabîlelerden saygı görürdü. Bu sebeple Kureyşliler, senenin her mevsiminde diledikleri yere seyâhat edebiliyorlardı. Hicaz bölgesindeki panayırların en önemlileri, Mekke civârında kurulmakta olan Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz panayırlarıydı. Bu panayırlara ülkenin dört bir yanından akın akın gelenler arasında satıcılar, şâirler, hatipler, falcılar ve çeşitli dinlere mensup kimseler de bulunuyordu. Tâif'le Nahle arasında kurulmakta olan Ukaz panayırında, şiir yarışmaları yapılır; beğenilip derece alan şiirler, Kâbe'nin duvarlarına asılırdı. Peygamberimizin doğduğu ortam Resmi büyütmek için tıklayınız. Müslümanlıktan önce, Arapların çoğunluğu putperestti. Yapmış oldukları bir takım heykellere ilâh diye tapıyorlardı. En önemli putlar, Hubel, Lât, Menât, Uzzâ, Vedd, Suva', Yeğûs, Yeûk ve Nesr adlarını taşıyanlardı. Mekke'de Kâbe ve civârına 360 kadar put yerleştirilmişti. Her kâbîlenin ayrı bir putu, her putun özel bir ziyâret günü vardı. Böylece yılın her gününde putlarını ziyârete gelenlerle dolup taşan Mekke, bir ticâret merkezi olduğu kadar, putperestliğin de merkezi hâline gelmiş bulunuyordu. Arabistan'da putperestlerden başka, Mûsevî, Hıristiyan, Mecusî ateşe tapan ve Sâbiî dinlerine mensup kimseler de vardı. Bunlardan başka, çok az sayıda, Hz. İbrahim'in tebliğinden o devre ulaşan dinî esasları benimsemiş tek Tanrı inancında olan "Hanîf"ler vardı. Nevfel oğlu Varaka, Cahş oğlu Abdullah, Huveyris oğlu Osman ve Sâide oğlu Kuss bunlardandı. İslâmiyetten önce Araplar arasında okuyup yazma bilenlerin sayısı son derece azdı. Cömertlik, konukseverlik, sözde durma, düşmanları bile olsa kendilerine sığınanları koruma, cesâret.. gibi bazı iyi özellikleri yanında, soygunculuk, faizcilik, zenginleri üstün, fakirleri hor görme, içki ve kumar düşkünlüğü, kabilecilik gayreti ile kan dökme gibi son derece çirkin âdetleri de vardı. Özellikle köle ve kadınlara hiç değer vermezlerdi. Kadınlar, ölen kocasından, babasından ve diğer yakınlarından mirâs alamadıkları gibi, kendileri mirâs malları arasında, mirâsçılara kalırdı. Erkekler istedikleri kadar kadınla evlenebilirlerdi. Bazı kimseler kız çocuklarını diri diri kumlara gömecek derecede vahşet göstermişlerdi. İslâmiyetin doğuşu sırasında yalnız Araplar ve Arabistan değil, bütün dünya, haksızlık, sefâhat ve cehâletin karanlığı içindeydi. Maddî ve rûhî sıkıntılar içinde bunalmış olan insanlık, bir önder, bir kurtarıcı beklemekteydi. Sözcük Bilgisi Kabile Aynı boydan gelen kimselerin birliği, aşiret. Put Kendisinde yüce ve gizli güçler olduğuna inanılan, kabilenin birliğini temsil eden, tapınılan heykel. Putperestlik Putlara tapmak. Hanif Tek ilaha inanan, putlara tapmayı reddeden kimse. alinti Soru Peygamberimizin doğduğu sosyal çevre ile kendi yaşadığımız sosyal çevre arasında ne gibi fark ve benzerlikler vardır? Cevap Değerli kardeşimiz; Cahiliyye kelime olarak "cehl" kökünden türetilmiş olup "bilgisizlik" anlamına gelen bu kavram, İslam Tarihi’nde özel bir anlam ifade etmekte, genellikle Mekke’de İslam öncesi yaşanan her yönüyle karanlık dönem için kullanılmaktadır. Cahiliyye dönemi, şirk ve putperestliğin hakim olduğu, ilahî hükümranlığın reddedildiği, insan haklarının fütursuzca ihlal edildiği, ahlakî seviyenin alçaldığı, kadınların değersiz bir meta’ olarak telakki edildiği, kız çocuk sahibi olmanın utanç vesilesi kabul edildiği, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, suç işleme oranının yükseldiği, içkinin su gibi içildiği, yüksek oranlarda faizciliğin ve tefeceliğin yaygınlaştığı, ilmin ve ilim adamlarının kaybolduğu, bilgisizliğin ve barbarlığın hakim olduğu, ilim yerine falcılık, büyücülük ve benzeri mesleklerin geçerli olduğu bir dönem... Cahiliyye dönemi şirk, küfür ve putperestlik dönemidir. Cahiliyye dönemi taassub, şiddet, zulüm ve barbarlık dönemidir. Cahiliyye yönetimi, insanlar arasında zengin, itibarlı, güçlü ve asil olanlara üstünlük tanıyan, adaletten ve eşitlikten uzak farklı uygulamalar sergileyen haksız ve zalim yönetimdir. Cahilî düşünce, İslâmî düşünce ile taban tabana zıttır. Cahilî düşünce beşerî kaynaklıdır. İslâmî düşünce ise ilahî kaynaklıdır. Cahilî düşünce yeryüzünde beşerî hakimiyeti iddia eder. İslâmî düşünce yeryüzünde, gökyüzünde bütün kâinatta tek hakim güç ve tek nizam koyucu olarak Allah’ı tanır. Cahilî düşüncenin temelinde sadece madde, İslâmî düşüncenin temelinde ise madde ve mana birlikteliği vardır. Cahilî düşünce, fanî varlıkları putlaştırır. İslâmî düşünce üstün şahsiyetleri gönüllerde ebedîleştirir. Cahilî düşünce görünüşte manevî değerlere saygılı görünse bile, bu değerlerin maddî çıkarları engellemesi, maddî menfaatleri zedelemesi durumunda bütün insanî, ulvî, manevî değerleri bir anda yok sayabilir. İslâmî düşünce ise insanî, ulvî, manevî değerlerden asla vazgeçmez. Cahilî anlayış riyakârdır, bencildir, acımasız ve zalimdir. İslâmî anlayış samimî, iyiliksever, şefkatli ve adildir. Özellikle Ahzab Suresinin 33. ayetinde geçen "ilk cahiliyye" ifadesi, cahiliyyenin belirli bir tarihte başlayıp belirli bir tarihte sona eren tarihi bir dönem olmakla kalmayıp bu dönemin özelliklerini taşıyan her dönem için kullanılabilecek bir kavram olduğuna işaret etmektedir. İnsanların nefsanî ve keyfî arzularının kölesi oldukları, ilahî kitaba uymayı olmayı reddettikleri zulüm, sömürü ve ırkçılık gibi yaygın kötülüklerle beslenip ayakta duran sistem ve rejimlerin hakim olduğu her zaman ve mekânda cahiliyye düşüncesi varlığını sürdürmektedir. Soru Hz. Muhammedin doğduğu Arabistanda inanç, ahlak, kültürel, ekonomik ve sosyal durumları açıklar mısınız? Cevap Değerli kardeşimiz; Araplar İslamiyet öncesi Arap Yarımadası'nda göçebe olarak yaşıyorlardı. Geçimlerini ise hayvancılıkla sağlıyorlar, ayrıca bazı Araplar da Arabistan'ın iç kesimindeki vahalarda tarımcılık yapıyorlardı. Bunların yanında önemli geçim kaynaklarından biri de çöl adeti olan Kervan soygunlarıydı. Arapların İslam öncesi örgütlenme biçimleriyse Bedevi klasik sistemidir. Bu sisteme göre kabilenin saygın üyelerinden oluşan bir meclis bulunurdu. Kabile yaşamında kurallar daha çok ataların adetlerine göre şekilleniyordu ve toprakta özel mülkiyet yoktu. Otlaklar, su başları, hatta yer yer sürüler kabilenin ortak malı durumundaydı. Mekke ise bulunduğu konum itibarıyla ticaret merkezi halini almış ve burada yerleşik hayata geçilmeye başlanmıştır. Yerleşik yaşam, ticaretin gelişmesi ve bu yolla edinilen kişisel servet kabile yaşantısının çöküşünü hızlandırıyordu. Kabile bağları gevşedi. Kabileler arası dayanışmanın yerini ticari kaygılar ve daha fazla kazanma anlayışı aldı. Mekke'nin git gide şehirleşmesi, kabile üyeleri ve kabileler arasında doğan hiyerarşi nedeniyle burada ayrı bir yönetim biçimi ortaya çıktı. Bu yönetim biçiminde şehir, bir meclis tarafından yönetiliyordu. Meclis ise yetkileri babadan oğula geçen ve yetkili olanların yetki alanları birbirinden ayrı on reisten meydana geliyordu. Tapınan Kabe sayesinde Mekke kutsal kent kabul ediliyordu. Şehir yönetimi tarafından ticaretin gelişmesi için kabileler arasında barış ilan ediliyor ve bu dönemde kabileler Mekke'deki tapınağı ziyaret ederek hac ziyaretlerini yerine getiriyorlardı. Ekonominin temelini oluşturan Kervanlara, yani ticarete yönelik soygun ve talanlar bu dönemlerde azalsa da devam ediyordu. Süren savaşlar ve parçalanmaya yüz tutsa da kabilecilik ticaretin ve toplumsal yaşamın önündeki en büyük engeldir. Yaşamı ve kabileler arası ilişkileri düzenleyecek bir örgüte ihtiyaç duyulmaktaydı. Bu örgütte devlet olacaktı. Arabistan'da Kabile yaşamı kökünden sarsılıyordu. Ama gelişen bir kölecilik yaşanmıyordu. İlkel komünal toplumdan sonra doğal gelişim seyri içinde yaşanacak evre, köleci toplumdu. Oysa Arabistan'da köleci ilişkiler gelişmemiş, yani köle emeği toplumsal üretimin ve gelişimin temelini hiçbir zaman oluşturmamıştır. Sosyal yaşam içerisinde köleler ve köle sahipleri bulunmasına karşın köleler daha çok ev işlerinde, kervanların korunmasında ve cariye olarak kullanılmaktaydı. Üretimde köle emeğinin kullanılması çok ender görülen bir şeydi. Dinsel anlamda ise İslamiyet öncesi egemen olan din putperestlikti. Her kabilenin, her biri bir tanrıyı simgeleyen çok sayıda putu vardı. Putlar genellikle kadın, kuş, aslan vb. şekillerde tasvir edilmişti. Tüm kabilelerce kutsal kabul edilen Kabe'nin içi putlarla doluydu. Arabistan'da Kabe dışında bu dönemde yüz kadar daha tapınak bulunuyordu. Yahudilik ve Hıristiyanlık da zamanla tüccarlar aracılığıyla Arabistan'a girmişti. Ancak Araplar kendilerine yabancı gördükleri bu dinlere ilgi göstermemişlerdi. Bu dinler Arabistan'da tek tük taraftar bulmaktan öteye gidememişti. İslamiyet, Hıristiyanlıktan farklı olarak bu tarihsel koşullar içerisinde var oldu. Hıristiyanlık doğduğunda Roma devleti Köleci bir devletti. Hıristiyanlık da bu köleci devletin otoritesini reddederek ezilen kesimlere umut taşıyarak var olmuştu. Oysa İslamiyet'in çıktığı koşullarda Arap Yarımadası'nda kabile ilişkileri yıkılmaya yüz tutmasına karşın hala egemendi. Bu nedenle de gelişim çizgisi Hıristiyanlıktan farklı bir hat izleyecekti. Hz. Peygamber'in Yetiştiği Çevre Giriş Önemli bir şahsiyetin hayatını inceleyen kişi için yapılması kaçınılmaz olan çalışmalardan birisi, belki de en önemlisi, onun yetiştiği çevreye, o ortama bir göz atmak, o ortamın, o kişinin şahsiyetinin oluşmasında herhangi bir etkisi olup olmadığını araştırmaktır. Çünkü insan, istese de istemese de içinde yetiştiği çevrenin, yaşadığı çağın tesirinde kalır. Doğup büyüdüğü ailenin, içinde yetiştiği çevrenin, ilişki kurduğu kimselerin onun kişiliği üzerinde, o kişiliğin oluşmasında, büyük ölçüde etkisi vardır. İşte biz de bu sebeple, bu makalemizde, âlemlere rahmet olarak gönderilen, insanlığı zulüm karanlıklarından adalet aydınlığına çıkaran, insanlığı küfür bataklıklarından imanın aydınlık yoluna yönelten, insanlığa iç huzurunu, dünya ve ahiret mutluluğunu kazandıran, insanlığa yaratılış gayesini ve varlığın, varoluşun mânâsını öğreten Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed'in yetiştiği çevreyi, aralarında yaşadığı insanları, onların dinî, iktisadî, içtimaî, siyasî ve edebî durumlarını, kısaca da olsa anlatmak istiyoruz. Çünkü, Peygamberimiz'in mesajını daha iyi kavramak, O'nun insanlığı nereden alıp, nereye getirdiğini görebilmek, insanlığa yaptığı hizmetin boyutlarını kavrayabilmek için buna ihtiyacımızın olduğuna inanıyorum. A. Dinî Durum Bilindiği gibi Peygamberimiz, Miladî 570 veya 571 yılı Rebiulevvel ayının 12'sine rastlayan bir Pazartesi günü dünyayı şereflendirdiler. Hamidullah, 1/39 O dönemde Arabistan'da mevcud olan dinleri ve inançları araştırdığımızda ve Kur'ân–ı Kerim'den de bizzat anladığımıza göre, karşımıza çeşitli garip inançlar çıkmaktadır. Bunların başlıcaları şunlardır. 1. Haniflik Hz. İbrahim dininin kalıntılarını devam ettiren kişilerdi. Arapların çoğunun, putperestlik yaygınlaşıncaya kadar bu inanca mensup oldukları kabul edilmektedir. Hz. İsmâil vasıtasıyla Haniflik inancını kabul etmişlerdi. Hz. Peygamberin doğumu esnasında mevcut bulunan Hanifler, Allah'ın birliğine inanırlar, putlara ibadeti reddederler, hesaba inanırlar, bir çok cahiliyye âdetini kabul etmezlerdi. Siyasî, askerî herhangi bir ağırlıkları yoktu. 2. Yıldızlara Tapma Yemen'de, Arap Yarımadası'nda bazılarına göre Şam civarında Horrân vadilerinde ve Yukarı Irak'ta yıldızlara tapan insanlar vardı. Bunlara Sabiîler denirdi. Yıldızlara tapmanın Araplar arasında ne zaman ve nasıl başladığını kesin olarak bilmememize rağmen, Kur'ân–ı Kerim'de Neml, 27/2024 değinilen Süleyman ile Seba kraliçesi Belkıs bint Şurahil kıssasından bu inancın Hz. Süleyman zamanında da mevcud olduğunu anlamaktayız. Bunlar, Hz. Peygamber zamanına kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Nitekim, Kur'ân–ı Kerim'de bunlar hakkında şöyle buyurulmaktadır "Gece, gündüz, Güneş ve Ay O'nun Allah'ın âyetlerindendir. Eğer gerçekten Allah'a tapıyorsanız, Güneşe ve Aya secde etmeyin; onları yaratan Allah'a secde edin." Fussılet, 41/37 Ancak bunlar, o dönemde azınlıkta olup, kayda değer herhangi bir siyâsî ve askerî ağırlıkları yoktu. 3. Mecusilik Bahreyn ve Irak'ta mecûsiliğe inanan bazı gruplar vardı. Ateşe tapıyorlardı. Mecusi İran İmparatoru bunları himaye ediyordu. Daha sonraları İslâm inançlarına bazı fitneler sokmak ve Müslümanlar arasında fitne tohumları yaymakta Yahudilerle birlikte önemli rol oynadılar. 4. Hıristiyanlık Yarımada'nın kuzeyinde Tağlib, Kuda'a, Gassân kabileleri arasında ve Güney Yemen'de bazı Hıristiyan gruplar vardı. Bunların da siyasî ve askerî herhangi bir ağırlıkları yoktu. Yarımada'nın içinde de yer yer bazı Hıristiyan gruplara rastlanmaktaydı. Hıristiyanlık, Arabistan'a Habeşliler ve Romalıların işgalleri sonucu M. 340 yıllarından itibaren girmiştir. Mübarekfurî 1980, 47 5. Yahudilik Yemen, Vadi'l–Kurâ, Hayber, Teymâ ve Yesrib'de İslâm öncesi Medine Yahudiler vardı. Bunlar, diğer inanç gruplarına göre askerî, siyâsî ve iktisâdî ağırlığa sahipti. Kendilerini Allah'ın seçkin milleti kabul ediyor ve Allah'ın insanları onlarla yöneteceğine inanıyorlardı. Bu sebeple, beklenilen son peygamberin kendilerinden biri olacağı beklentisi içindeydiler. Arabistan'a, ülkelerinin 587 yılında Buhtünnasır tarafından işgal edilmesi üzerine göç etmişlerdi. 46 6. Putpereslik Arap Yarımadasının her tarafına yayılmış, diğer bütün inançlardan daha fazla etkiye sahip ve daha çok yaygındı. Arabistan'a bu inancın ne zaman sokulduğu, nasıl yaygın hale geldiği konusunda değişik görüşler vardır. Bunlardan en yaygın olanı, putperestliği Arabistan'a Amr b. Luhay adında birinin soktuğudur. Huza'a kabilesinin reisi olan bu zat, dinlere olan ilgisi ve doğruluğuyla tanınmış biriydi. Devrin insanları onu büyük âlimlerden birisi olarak görmekteydiler. Bir tür cild hastalığına yakalanan Amr'a, Şam bölgesinde bulunan Horrân'a gitmesi ve orada bulunan şifalı bir suyla yıkanması tavsiye edilir. Bu tavsiyeye uyarak oraya giden 'Amr, o suyla yıkanır, iyileşir. Orada insanların putlara taptıklarını görür, bundan hoşlanır. Hubel adlı putu alıp beraberinde Mekke'ye getirip Kâbe'ye diker ve ona tapmaya başlar. Kavminin de ona tapmasını ister. Zamanla bu durum Araplar arasında o derece yaygınlaşır ki, her kabilenin taptığı bir putu olur. Peygamberimiz Mekke'yi fethettiğinde Kâbe'de 360 put vardı ve Peygamberimiz bunların hepsini kırdırıp, Kâbe'yi putlardan temizlemişti. Başka bir rivâyete göre ise, Hz. İsmail'in çocukları çoğalıp, geçim nedeniyle Mekke'nin dışına çıkmaya mecbur olduklarından, Mekke'den çıkışlarında, babaları İsmail'in hatırasını taşıyan Harem toprağından bir miktar götürüyor, sonra bu toprağı korumak için ona aşırı saygı gösteriyorlardı. Bu iş zamanla gelişerek, onu kutsal kabul edip, ona ibadete dönüştü. Böylece putperestliğin temeli atılmış oldu ve gün geçtikçe şekillenerek gelişti. Hz. Peygamber'in yetiştiği asıl muhit olan Hicaz bölgesinde en yaygın inanç bu putperestlik olduğu için, Peygamberimiz mücadelesini öncelikle putperestliğe karşı vermiştir. Bazılarının adları Kur'ân'da da geçen bu putların meşhurları şunlardı Menât Mekke ile Medine arasında, deniz sahiline yakın el–Musellel denilen bir yerdeydi. Ensar kabileleri, Sa'd, Huza'a vb. buna tapardı. Lât Taif'te idi. Taifliler buna taparlardı. Peygamberimiz, Mekke'nin fethinden sonra Ebû Süfyan b. Harb ve Muğîre b. Şu'be'yi gönderip onu kırdırdı. Uzzâ Gatafan, Gânî ve Bahîle kabilelerinin putuydu. Peygamberimiz, Hz. Halid'i gönderip, onu kırdırmıştır. Hubel Kureyş'in en büyük putuydu. Kırmızı akikten yapılmıştı. Bunların dışında İs'af, Naile, Vedd, Suva', Yağûs ve Ya'ûk vb. adlarla meşhur başka putları daha vardı. Ki, bunlardan bazıları eski Arap şiirlerinde geçmektedir. Örneğin Amr b. Humame ed–Dusî, Zülkeffeyn adlı putu yaktığı zaman şu beyti söylemiştir "Ey Zulkeffeyn ben senin babandan kalma değilim. Benim doğumum senin doğumundan öncedir. Ben senin kalbine ateş doldurdum." Şükrî, 2/209 Araplar, putlarını taştan ağaçtan vb. maddelerden yaptıkları gibi, yiyecek maddelerinden de yaparlardı. Meselâ, Hanife Oğulları kabilesi hurma ve undan yapmış oldukları büyük bir putu, kıtlık zamanında yedikleri için rakib kabilenin şairi tarafından şöyle kınanmışlardır "Hanife oğulları, kıtlık ve açlık zamanı tanrılarını yedi." Kal'acî 1998, 16 Yine başka birisi evinin bahçesine diktiği putuna bir tilkinin gelip bevlettiğini görünce, buna çok sinirlenmiş, bu saygısızlık karşısında kendisini koruyamayanın nasıl tanrı olabileceğini, tepesi atarak şöyle dile getirmiştir "Tilkinin başına işediği, tanrı mıdır – Dikkat edin, tilkilerin başına işedikleri aşağılanmıştır." Bu ve benzeri şiirlerle, Kur'ân–ı Kerim'deki bazı âyetlerden anladığımıza göre putperestlik Araplardan bir çoğunu tatmin etmiyordu. Onlar, asıl itibariyle Hz. İsmail ve dolayısıyla da Hz. İbrahim'in inancına sahip olduklarından, bir Yüce Allah'ın varlığına inanıyorlardı. Nitekim Kur'ân–ı Kerim'de bazı âyetlerde bu hususa işaret edilmektedir Meselâ "Şayet onlara 'Gökleri ve yeri yaratan kimdir?' diye soracak olursan, elbette 'Allah'tır' diye cevap vereceklerdir." Lokman, 31/25 "'Biz onlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.' derler." Zümer, 39/3 Görüldüğü gibi Araplar, bu hususta bir çelişki içerisindeydiler. Kur'ân–ı Kerim'de birçok âyette bu çelişkiye dikkat çekilmiştir. Meselâ "Yaratan Allah, hiç yaratamayan putlara benzer mi? Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?" Nahl, 16/17 "O müşriklerin Allah'tan başka ibadet edip yalvardıkları sahte tanrılar ise, hiçbir şey yaratamazlar. Zaten kendileri yaratılmaktadırlar." Nahl, 16/20 Arapların putlara ibadet ve merasim şekillerini de kısaca şöyle sıralayabiliriz Putun huzurunda yalvarmak, yakarmak, belâ ve musibetler anında yardım etmesini, sıkıntılarını gidermesini istemek; Kâbe'deki putları ziyaret etmek, onların etrafında tavaf etmek, onlara secde etmek, yakarmak; putlar adına, onlara yakın olmak için kurban kesmek, ki Kur'ân–ı Kerim'de "... putlara ait sunaklarda kesilen hayvanların etleri … size haram kılındı..." Maide, 5/3 buyurularak, böyle bir davranış şiddetle yasaklanmıştır. Putperest Araplar, yiyecek ve içeceklerinden, yahut da ekin ve hayvanlardan bir miktarını putlara ve Allah'a verirlerdi, Kur'ân–ı Kerim, bunu da dile getirmekte ve yasaklamaktadır "Allah'ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan kendilerince Allah'a bir hisse ayırdılar da, kendi batıl iddialarınca 'Şu, Allah'ın' dediler, şu da ulûhiyette ortak edindikleri putlarımızın.' Ortakları için ayırdıkları, Allah'ın hissesine konulmaz, ama Allah'a ait olanlar ortaklarının hissesine aktarılır. Bunlar ne kötü hüküm veriyorlar!’” En'am, 6/136 Araplar, putlara adak da adarlardı. Önemli bir işe veya yolculuğa karar verdikleri zaman, Kâbe'ye gelir, putlara kurban keserler; orada bulunan kâhin, içinde fal oklarının bulunduğu torbayı çıkarır ve o oklardan çekerdi. Bunlardan bazısında "yap", bazısında "yapma", bazısında da "boş" yazılıydı. "Yap" çıkarsa yapmak istediklerini yaparlar; yapma çıkarsa "vazgeçerler", "boş" çıkarsa, bir daha çekerlerdi. İslâm, bunları da yasaklamıştır. İslâm'da, herhangi bir iş konusunda karar verilemediği zaman, istişare ve istihare usûlü vardır. O günün Arapları, öldükten sonra dirilmeye, âhirete inanmıyorlardı. Nitekim bir gün, Kureyş ileri gelenlerinden Ümeyye ibn Halef, çürümüş kemikleri eline alıp, Peygamberimizin huzuruna gelerek, bunları elinde ufalar ve havaya saçarak, aklınca Peygamberimizi mat etmek için "Ey Muhammed, Allah'ın bunu da dirilteceğini sanıyor musun?" diye sormuştu. Peygamberimiz de cevap olarak, "Evet. Allah seni öldürecek, sonra diriltecek ve sonra ateşe atacaktır." cevabını vermişti ki, bu husus, Kur'ân–Kerim'de şöyle dile getirilmiştir "İnsan şunu hiç görüp düşünmedi mi Biz kendisini bir nutfeden yaratmışken, yaman bir hasım kesildi Bize. Nasıl yaratıldığını unutarak, bir de misâl fırlattı Bize 'Çürümüş vaziyetteki o kemikleri kim diriltecek!' diye. De ki 'Onları ilk defa yaratan diriltir; hem O, yaratmanın her türlüsünü bilir.'" Yasin, 36/77–79 Bütün bu bozuk inançlara rağmen, o dönem insanlarından Haniflik ve Hıristiyanlıktan etkilenerek âhiret ve hesaba inananların da olduğunu görmekteyiz. Nitekim, Cahiliye dönemi şairlerinden el–Ahnes ibn Şihâb et– Temîmî bir şiirinde şöyle der "Kuşkusuz Allah'ın, kulunu güzel işleri sebebiyle hesap günü ödüllendireceğini bildim ." Kal'acî, 18 B. İktisadî Durum Arabistan Yarımadası geniş çöllerle kaplı bir bölge olduğundan, orada ziraata elverişli topraklar pek azdı. Buna paralel olarak, hayvan otlakları da yeterli değildi. Bazı zaruri ihtiyaçların karşılandığı vahalar ve su kaynakları çevresinin dışında, ziraat yok gibiydi. Çölde oturanlar genellikle hayvancılıkla uğraşmaya çalışırlar, Mekke ve Medine gibi yerleşim merkezlerinde oturanlar ise ticaret ve ziraatla uğraşırlardı. Stratejik konumu itibariyle, özellikle Hicaz bölgesi kervan yollarının üzerinde bulunduğu için, ticaret alanında önemli bir yeri vardı. Mekke'de bu sayede hatırı sayılır zenginler oluşmuştu. Kışın Yemen'e, yazın Şam'a ticarî seyahatler yapılırdı. Ancak, servet dağılımı insanlar arasında son derece haksız ve adaletsizdi. Bir tarafta Ebû Süfyân, Velîd ibn Muğîre vb. gibi çok zengin insanların bulunduğu Mekke'de, hayatını sürdürecek kadar yiyecek bulamayan yoksul insanların sayısı da az değildi. Faiz nizamının toplumda çok aşırı oranda ve yaygın oluşu da, bu durumu fakirler aleyhine iyice kötüleştiriyor, hayatı çekilmez hale getiriyordu. Faiz borcu olan insanlar, özellikle ziraatla uğraşanlar, yıllık gelirleriyle borçlarının sadece faizlerini bile ödeyemiyorlardı. Çünkü faiz oranları çok yüksek, hattâ %100'ün üzerindeydi. Nitekim, Kur'ân–ı Kerim'de faizin yasaklanmasının ilk safhasında bu hususa şöyle işaret edilmektedir "Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin. Allah'a karşı gelmekten sakının ki felah bulasınız." Âl–i İmran, 3/130 Ticaretin şehirlerde yaşayanlar için geçerli olduğu bölgede, çölde yaşayan büyük çoğunluğun ise hayvanlardan sağladıkları ile kabilelerin birbirlerine saldırmalarından ele geçirdikleri, yağmaladıkları mallardan başka gelirleri yoktu. Yağma ve çapulculuk, özellikle yoksulluktan bunalan bedeviler için normal rızık yollarından biri kabul ediliyordu. Bir çoğu da fuhuş yaptırarak, özellikle de diğer kabilelerden saldırılar sırasında esir aldıkları kadın ve kızları bu çirkin işlerde çalıştırarak ve buna zorlayarak para kazanıyorlardı. Kur'ân–ı Kerim, bu çirkefliğe Nûr Sûresinde şöyle değinmektedir "Dünya hayatının geçici metâını elde etmek için, sakın cariyelerinizi –hele iffetli olmak isterlerse– fuhşa zorlamayın." Nûr, 24/33 C. Sosyal Durum a. Aile Cahiliye Arapları arasında aileyi oluşturma ve aile kurma düzeni de karmakarışıktı. O gün yaygın olan başlıca evlenme çeşitlerini kısaca şöyle sıralamak mümkündür 1–Erkeğin evlenmek istediği kızı velisinden istemesi suretiyle. 2–Değişik erkeklerle fuhuş yapan kadının, doğan çocuğunun o erkeklerden birine ait olduğunu söylemesiyle. 3–Bir kadının, gizlice ilişkide bulunduğu erkekten çocuğu olmasıyla. 4–Erkeğin, ilişki kurduğu başkasına ait cariyeden çocuğu olunca onu satın alması yoluyla. Bunlardan başka, kadınların değiştirilmesi Be'l nikahı, kızı ve akrabalarından bir kadını başka birinin kızı ve akrabası olan bir kadına karşılık vererek, o kadını almak yoluyla Sığar nikahı, bir kadını geçici bir zaman için kiralamak şeklinde, daha da çirkin olanı, istibda' nikahı dedikleri, bir erkeğin doğacak çocuk daha iyi olsun diye, karısını hayızdan temizlendikten sonra beğendiği başka bir erkeğin çadırına göndermesi yoluyla. İslâm, bütün bunların hepsini ortadan kaldırmış, ilk nikah şeklini ıslah ederek kabul etmiştir. Bir erkek, istediği kadar kadınla evlenir, istediği zaman onu boşardı. İslâmiyet geldiği zaman nikahında on tane eşi olup, evliliğin dörtle sınırlanmasıyla diğer eşlerinden ayrılmak zorunda kalan bazı sahabilerin adları kaynaklarımızda zikredilmektedir. Diğer taraftan, iki kız kardeşle birden evlenme âdeti olduğu gibi, üvey anneyle de evlenme âdeti vardı. Kocası ölen kadın, üvey oğullarına miras olarak kalırdı. Bir cahiliye Arabı karısını boşar veya ölürse, bu adamın büyük oğlu bu kadınla evlenmek istediği zaman elbisesini kadının üvey annesinin üzerine atar, bu suretle mehir vermeye lüzum kalmadan, o kadın onun karısı olurdu. Bu üvey oğul, isterse onunla evlenir, isterse satar mihrini kendisi alırdı. Ancak kadın, çabuk davranarak üzerine elbise atılmadan kendi kabilesine kaçabilirse bu durumdan kurtulabilirdi. İslâm, çok sayıda böyle üvey annesiyle evlenmiş kişilerin evliliğine son vermiştir. Bu hususta Kur'ân–ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır "Daha önce geçen durum bir tarafa, bundan böyle babalarınızın nikâhladığı kadınları artık nikâhlamayın. Hiç şüphe yok ki bu, Allah'ın gazabına sebep olan bir hayasızlıktır. Ne iğrenç bir yoldur o!" Nisa, 4/22 Hattâ bunlardan Manzur b. Zabbân, üvey annesi Müleyke bint Hârise ile evliyken, Hz. Ömer'in onları ayırması üzerine, Müleyke'yi pek seven, belli ki, İslâm'ı da iyice içine sindirememiş olan Manzur'un bir şiirinde şöyle dediği rivâyet edilmektedir "Dikkat edin, Müleyke ve şarap benden gittikten sonra, artık bugün ben zamanın ne yaptığına aldırmıyorum." Kal'acî, 24 Kız çocuklarının olmasını ayıp görürler, onların doğumundan utanç duyarlardı. Savaşmadığı, saldırılara karşı obayı koruyamadığı, erkekler gibi çalışıp kazanamadığı, bir saldırı anında düşman kabilelerin eline esir düşecekleri, tecavüze uğrayıp fuhuş yaptırılacakları gibi düşüncelerle kız çocukları olunca çok kızarlar, öfkelerinden çıldıracak hâle gelirlerdi. Kur'ân–ı Kerim bunlardan, kız çocuğu olan birisinin nasıl bir halet–i ruhiye içerisine girdiğini Nahl sûresinde çok veciz bir şekilde anlatmaktadır "Onlardan birine bir kızının dünyaya geldiği müjdelenince, öfkesinden ve üzüntüsünden, yüzü mosmor kesilir. Müjdelendiği bu kötü haberin etkisiyle utanıp eşinden dostundan saklanmaya çalışır. Şimdi ne yapsın! Hor, hakir, itilip kakılan bir belâ olarak onu hayatta mı bıraksın, yoksa toprağa mı gömsün, ne yapsın? diye kara kara düşünür! Dikkat ediniz, ne fena hükümlerdi verdikleri bu hükümler!" Nahl, 16/58–59 Göçebe Araplar, yaşamasını istedikleri kızlarına yünden örülmüş bir cübbe giydirerek onlara deve, koyun güttürürlerdi. Öldürmek istedikleri kızlarını ise bazen doğar doğmaz öldürürler, bazen de altı yaşlarına geldiğinde, onu, güzel elbiseler giydirip akrabalarına götüreceklerini söyleyerek, çölde önceden hazırladıkları çukura atar, üstünü toprakla örterlerdi. Doğar doğmaz öldürecekleri zaman da, doğum yapmak üzere olan kadın bir çukur kazar, orada doğum yapar, doğan çocuk kız ise o çukura gömer, erkek ise alır büyütürdü. Kur'ân–ı Kerim'de, Tekvir sûresinde, bazı Arapların, kız çocuklarını diri diri gömme şeklindeki vahşi âdetlerine işaret edilmekte ve bunun hesabının mutlaka sorulacağına dikkat çekilerek, bunu yapanlar tehdit edilmektedir. Allah Teâla, o sûrede, kıyametin dehşetli olaylarından bahsederken, bu hâdiseyi de o dehşetli olaylar içerisine alarak, şöyle buyurur "Diri diri gömülen kız çocuğuna, hangi suçtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman." Tekvir, 81/8–9 Kur'ân–ı Kerim'den anladığımıza göre, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesinin en birinci sebebi, malî ve ekonomik idi. Fakirlikten dolayı aile fertlerinin az olması isteniyordu. Bu konuda da bir çifte standart uygulanıyor, erkekler aile bütçesine katkıda bulunur ümidiyle bırakılıyor, kızlar ise öldürülüyordu. Kur'ân–ı Kerim, bu düşüncenin çok yanlış ve bu işin büyük bir günah olduğu şöyle dile getirir "Fakirliğe düşme endişesi ile evlâtlarınızı öldürmeyiniz. Onların da sizin de rızkınızı veren Biz'iz. Şüphesiz ki onları öldürmek büyük bir suçtur." İsra, 17/31 Dârimî'nin v. 255/869 kaydettiğine göre, bir gün bir Müslüman, bu çirkin fiili kendisinin cahiliye döneminde nasıl işlediğini Resûlüllah'a şöyle anlatmıştır "Ey Allah'ın Resûlü, biz bir cahiliye toplumuyduk. Putlara tapar, çocuklarımızı öldürürdük. Benim küçük bir kızım vardı ve beni çok severdi. Öyle ki, onu çağırdığım zaman koşa koşa yanıma gelirdi. Bir gün yine onu çağırdım ve koşa koşa yanıma geldi. Sonra beraberime alarak, yolda rastladığımız bir kuyuya onu elinden tutarak attım. Kulaklarıma gelen son sözleri, 'babacığım, babacığım' çığlıklarıydı." Bunları duyunca Resûlüllah'ın gözlerinden yaşlar süzüldü. Bunun üzerine orada hazır bulunanlardan biri, "Ey filan! Sen ne yaptın? Resulüllah'ı üzdün." dedi. Resûlüllah "Ona engel olmayın, neler hissettiğini anlatsın. O, kendisini ilgilendiren bir şeyi soruyor." dedi ve adama 'Bu olayı bir daha anlat.' diye buyurdu. O şahıs bu olayı bir daha anlatınca, Resûlüllah mübarek sakalı ıslanıncaya kadar ağladı. Daha sonra adama, "Bunu cahiliye döneminde yaptığın için Allah seni affetti. Kendi hayatına yeniden başla." buyurdu. Darimî, Sünen, 1/3–4. Tabiî bu işten üzüntü duyanlar, engel olmaya çalışanlar da o dönemde yok değildi. Bunlardan biri, meşhur şair el–Ferazdak'ın 115/733 dedesi Sa'sa'a ibn Nâciye el–Mucâşi'î 9/630 idi. Peygamberimize gelerek, "Ya Resûlüllah! Ben cahiliyede bazı iyi işler yaptım. Bunlardan birisi de, 360 kız çocuğunu diri diri toprağa gömülmekten kurtardım ve her çocuğu kurtarmak için iki deveyi karşılık verdim. Bana bunun için mükâfat var mı?" diye sordu. Resûlullah "Evet vardır. Bunun mükâfatı, Allah'ın seni İslâm nimetine kavuşturmasıdır." buyurdu. Kabilecilik Araplarda, aileden sonra en büyük sosyal grup kabileydi. Kabile Arap'ın her şeyiydi. Kabilenin şerefi ve yüceliği onun da şanı ve şerefiydi. Bir Arap, kabilesi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmazdı. Birbirlerine karşı kabileleriyle övünürlerdi. Genelde malı ve çocuğu en çok olan ve kabilenin yaşça da en büyüğü kabile reisi olurdu. Kabile, diğer kabilelere karşı üyelerinin her türlü eylemlerinden sorumluydu. Cahiliye Araplarınca kabile, bağımsız bir siyasî birlik olarak kabul edilirdi. Kabile, fertlerini aşırı gittikleri zaman cezalandırır, gerekirse kabile dışı ilân ettiği gibi, başka kabileden kendilerine sığınan birisini de himayesi altına alabilirdi. Kötü alışkanlıklar Cahiliye döneminde şarap içmek ve kumar oynamak gibi kötü alışkanlık ve âdetler çok yaygındı. Kumarı, hem de kabilenin en şereflileri ve zenginleri oynayabilirlerdi. İç savaşlar Birçoğu kan davası olmak üzere, bazıları da sudan sebeplerle, kabileler arasında çıkan savaşlar bitmek tükenmek bilmezdi. Bu savaşlardan 40 yıl devam edenlerinin olduğu rivâyet edilir. Ebû Ubeyde, Eyyâmü'l–Arab Kabileler arasındaki savaşlarda haklıya haksıza bakılmaz, herkes kendi kabilesinin yanında yer alırdı. Prensip şu idi "Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et." Daha sonra Peygamberimiz, bunu hadis–i şeriflerinde zikrederek, Arapların cahiliye dönemindeki anlayışlarının yanlış oluğunu vurgulamış, zalim kardeşe yardımın, onu zulmünden vazgeçirmek olduğunu buyurmuştur. Meydanî, 3/373 vd. Bunların yanında Araplar arasında cömertlik, yardımseverlik, yiğitlik, komşu haklarını gözetme gibi bazı iyi âdetler de yok değildi. D. Edebî Durum Bütün tarihçilerin ittifak ettikleri üzere, Hz. Peygamber'in İslam'ı tebliğle görevlendirilmesi esnasında Arapların en bariz özelliklerinden birisi de okur yazar olmamalarıydı. Nitekim bu hususa da, Kur'ân–ı Kerim'de şöyle işaret edilmektedir "O, ümmîler arasından, kendilerinden olan bir elçi gönderdi. Bu elçi onlara Allah'ın âyetlerini okur, onları inançlarına ve davranışlarına bulaşmış kirlerden arındırır, onlara kitabı ve hikmeti öğretir. Halbuki daha önce belli ve kesin bir sapıklık içinde idiler." Cuma, 62/3 O gün için Mekke'de yazı bilenlerin sayısı, en iyimser tahminle iki elin parmaklarının sayısını geçmemekteydi. Yıldızlar ilmi ve tıp konusunda, yağmur ve rüzgârlarla ilgili bazı bilgileri vardı. Bunlar da en basit ihtiyaçlarının ötesine geçmeyen tecrübelerden ibaretti. Elmalı 1997, 23–43 Bunun yanında, onların en meşhur olduğu alan, tarih ve soylarıyla ilgili bilgiler, nesep, savaşlarıyla ilgili menkıbeler ve bir de dil zenginliği, güzel söz söylemeye düşkünlükleri ve bu husustaki kabiliyetleriydi ki, biz de burada bu ikincisi üzerinde biraz durmak istiyoruz. Az önce ifade edildiği gibi, bütün bu olumsuz gelişmelerle birlikte, o dönemde Arabistan'da edebî ve kültürel durum, özellikle güzel söz söyleme bakımından oldukça parlaktı. Bu, daha başka sebeplere ilâveten, belki de devamlı savaşmak zorunda olan, kabile taassubunu her şeyin üstünde tutan Arapların, tabiî hayatlarının bir sonucu idi. Çünkü, içinde yaşadıkları durumu devam ettirebilmeleri, sürekli savaşlar karşısında kabilelerinin birlik ve bütünlüğünü koruyabilmeleri için çok etkili söz söylemeye ihtiyaçları vardı. Bu sebeple, Arapların duygularını coşturmak, Arab'ın yiğitlik damarlarını kabartmak için güzel ve etkili söz söylemeye duyulan ihtiyaç, edebî alanda önemli bir gelişmeye sebep oldu. Sözlerin en etkilisi de tabiatıyla duygulara hitabeden, kahramanlık hislerini uyandıran şiirdi. Bunun için Arap toplumunda şiir bir silah kadar tesirli, hattâ bazen ondan daha etkili Şiirle, sıradan bir adamı yükseltmek mümkün olduğu gibi, çok değerli bir adamı da insanların gözünden düşürmek, hattâ onların içine çıkamaz hale getirmek de mümkündü. Yani o gün şiir, günümüzdeki basın ve televizyonun, moda deyimiyle medyanın rolünü görüyordu. Bir örnek vermek gerekirse Edebiyat kaynaklarında anlatıldığına göre, o gün Mekke'de yaşayan Muhallak el–Kilâbî adlı biri vardı. Çok sayıda kızı olan bu adamın kızlarıyla kimse evlenmiyor, buna çok üzülen aile, çaresizlik içinde ne yapacaklarını bilmiyordu. Günlerden bir gün devrin büyük şairi el–A'şâ'nın Mekke'ye geleceği haberini alırlar. Bunu duyan kızların annesi, hemen beyine koşarak ne yapıp edip, bu fırsatı değerlendirmesini ister, el–A'şâ'yı ağırlamaya ve kendisine bu meseleyi açıp ondan yardım istemeye karar verirler. Evin beyi, sabah erkenden şairin yolunu bekler; onu herkesten önce karşılayarak evine götürüp, yoksul olmasına rağmen bir deve keserek şairi çok güzel bir şekilde ağırlar, gece sabaha kadar yiyip içip eğlenirler ve bir yolunu bularak, münasip bir şekilde derdini ona anlatır. Ertesi gün el– A'şâ, Ukâz panayırında söylediği şiirinde sözü el–Muhallak'a getirerek "Ömrüme yemin ederim ki, nice gözler dikildi o tepede yanan ateşin ışığına. O ateş, iki kişi ısınsın diye yakılan ateştir. O ateş üzerinde, çömerlik ve el–Muhallak bütün geceyi uykusuz geçirmiştir. el–Muhallak'la ben bir annenin memesinden sütünü emen iki süt kardeş olarak karanlık gecede anlaştık. Asla birbirimizden ayrılmayız." Cahız, 2/229 der. O yıl geçmeden el–Muhallak'ın bütün kızları evlenir. Yine Temîmoğullarının ceddinin lakabından dolayı kendilerine Benû Enfi'n–Nâka "Deve burnunun Oğulları" diyorlardı. Onlar, bu lâkaptan utanıyorlardı. Ta ki, bir gün şair el–Huteya onları "Onlar öyle bir kavimdir ki, onlar burun, diğerleri kuyruklardır. Kim devenin burnuyla kuyruğunu eşit kabul edebilir?" diye methedince, artık bu lâkabı iftiharla söyler hâle gelmişlerdir. İşte bütün bu sebeplerden dolayı Araplar şairlere, güzel ve etkili hitabet ve konuşma yeteneği olan kişilere çok önem veriyorlar, hattâ onlarda manevi birtakım güçlerin varlığına inanıyorlardı. Dolayısıyla şair ve hatibin Arap toplumunda yeri çok önemliydi. Bir kabileden şair yetiştiği zaman o kabilede şenlikler yapılır, kabile mensupları tebrik edilirdi. Her yıl kabileler arası savaşların kesildiği, bir nevi ateşkes dönemi sayılan ve haram ayları denilen belli aylarda, Zülmecaz, Zülmicenne, Ukâz ve Dûmetü'l–cendel büyük panayırlarda devrin büyük şairlerinin hakemlik yaptığı şiir yarışmaları düzenlenirdi. Burada başarılı olan şairlerin şiirleri, yazının yok denecek ölçüde az bilindiği o dönemde, son derece sınırlı sayıdaki hattatlar tarafından yazılarak, Kâbe'nin duvarlarına asılırdı ki, bazı âlimlere göre sayıları yedi, bazılarına göre de on tane olan bu kasideler günümüze kadar gelmiştir. Bunlardan yedisi, "Yedi Askı" adıyla Türkçe'ye çevrilmiştir Yaltkaya, Yedi Askı, Bunlar, Arapların İslâmiyet'ten önceki hayatlarından kalan en büyük sanat eserleridir. Bundan 14–15 asır önce basit bedevî toplumunun sert ve haşin tabiatlı çocukları olan bu şairler, seviyelerine zor erişilen şaheserler bırakmışlardır. Bunun başlıca sebeplerinden biri de, Arapça gibi çok işlek bir şiir diline sahip olmalarındandır. Zira hiçbir dil, sahip olduğu âhenk, kelime yapısı, fiil çekimindeki ve telaffuzundaki kaideleri bakımından Arapça ile mukayese edilemez. Bu dil, en küçük ayrıntıyı ve teferruatı bile zayi etmeyen veciz ve özlü ifadelere sahiptir. Sadece zamirler değil, aynı zamanda fiiller de çekilirken şahıslar dahi dişi ve erkek şeklinde birbirinden ayrılmaktadır. Cümle yapısından, kullanılan fiilden; bir erkekten mi, yoksa bir dişiden mi, sonra kaç kişiden bahsedildiğini Kelimenin son harflerinin cümledeki yer ve durumuna göre tasrif edilip seslendirilmeleri i'rab imkânı yanında, lûgat sahasındaki inanılmaz zenginliği, her çeşit düşünceyi ve en ince farkları takdire şayan bir zerafetle ifade hususunda bu dili son derece kudretli hale getirmektedir. İnsanı heyecanlandıran bir husus daha vardır ki bu da, Arapça'nın, asırlar boyunca kendini geliştirme ihtiyacını duymamış olmasıdır. Nazım ve nesir, her ikisi de, 1500 seneden beri modern Arapça'daki şiir ve nesirden ne gramer, ne kelime yapısı, ne de imla bakımından bir ayrılığa sahiptir. Bugün Mısır, Suudi Arabistan, Irak, Suriye vb. Arap ülkeleri radyo merkezlerinden yayılan Arapça Hz. Peygamber'in yetiştiği çağdaki ve O'nun ashabına hitap ettiği Arapça'nın tâ kendisidir. Belki de, işte bu istikrardan dolayı Arapça, Cenab–ı Allah tarafından Kur'ân dili olarak seçilmiştir. Bugün biz, o dönemden günümüze kadar gelebilen şiirleri incelediğimizde görüyoruz ki, o şiirler, ifade ettikleri fikirlerin büyüklüğünden, yüceliğinden ve genişliğinden ziyade lisanın güzelliği, sadeliğiyle, ifade güzelliğiyle meşhur olmuşlardır. Esasen o devirde Arapların bulundukları kültür seviyeleri düşünüldüğünde, bundan başka türlüsü de beklenemezdi. Meselâ bu gün, o dönemden kalma şiirlerin en meşhurlarından olan Muallaka şairi İmriul–Kays'ın Muallâkasına baktığımızda görürüz ki, sevgilinin ailesi tarafından terk edilmiş bir konak yerinin tasviriyle 82 beyitlik bu şiirine başlayan şair, aşk ve sevda hatıralarıyla devam etmekte, kaygılı bir gece, at ve av, bulut, yağmur ve sel tasvirleriyle şiirine son vermektedir. Yani, Arap edebiyatının cahiliye döneminin bu en etkili kasidesinin bütün büyüleyiciliği sade bedevî hayatını, aşkını çok güzel sözlerle terennüm etmesinden kaynaklanıyordu. … ve Allah Resûlü İşte böyle bir ortamda Peygamberimiz Hz. Muhammed Miladi 570 veya 571 yılı 12 Rebiülevvel ayına rastlayan bir pazartesi günü dünyayı şereflendirdiler. O, doğumundan itibaren diğer çocuklardan farklıydı. Annesi O'nu dünyaya getirirken asla doğum sancıları çekmedi. O'nu melekler yıkamış ve iki omuzu arasına gelmek üzere Risalet mührünü basmışlardı. Dünyaya gelişinden birkaç hafta önce babası Abdullah vefat etmiş olduğundan, O'nunla annesi Âmine ve dedesi Abdulmuttalip ilgilendiler. Mekke'de eskiden mevcut bir geleneğe göre yeni doğan çocuklar sütannelere verilirdi. O'nu da Hz. Halime'ye verdiler. Hadislerde anlatıldığına göre Halime, çelimsiz ve yorgun binek hayvanı sebebiyle, emzirecek çocuk arayan diğer süt annelerine nisbetle Mekke'ye geç gelmiş, emzirecek zengin bir çocuk bulamayınca da, eve boş dönmemek için yetim bir çocuk olan Hz Muhammed'i almıştı. Süt annesinin merkebi, dönüş yolunda kervanın en hızlı binek hayvanı hâline gelmişti. Yine O'nun süt sağılan devesi, bütün aileye yetip artacak şekilde süt vermeye başlamıştı. Diğerini süt kardeşine bırakmak suretiyle, ısrarla süt annesinin bir tek memesinden süt emmişti. O, diğer çocuklardan daha ağır başlı ve akıllı idi. Yaşından beklenmeyen işlere ilgi duyuyordu. Kaynakların bildirdiğine göre, bölgesel ve diğer birtakım meseleleri diğer şehir mensupları ile görüşmek için, Abdülmuttalib, ne zaman serdiği kilimin üzerine çıkıp otursa, çocuk yaşındaki Muhammed de oyuncaklarını bir kenara atar ve meclisin toplantılarına katılırdı. Kendisi, en ön sıraya dedesinin yanı başına oturmak isterdi. Amcaları buna mani olmak isterler, fakat büyükbaba her zaman "Bırakın, O kendisini büyük bir insan yerine koyuyor. O, o kadar akıllı ki, ümit ederim ilerde büyük bir adam olacak." derdi. Gerçekten o kadar akıllı–uslu idi ki, topluluk rahatsız edilmiş olmaktan dolayı O'ndan asla herhangi bir şikâyette bulunmamıştır. Hamidullah, 1/43 Hz. Peygamber kendi olmadan yemeğe asla oturmayacak kadar kendisini seven dedesini sekiz yaşında kaybedince, O'nun tabutu arkasında acı ve ıstırapla sızlanmıştı. Daha sonra hayatını amcası Ebû Talib'in yanında sürdüren Peygamberimiz devrinde okul yoktu. Bu sebeple, ne okuma ve ne de yazma öğrenebildi. Mekkeliler hesabına çobanlık yaparak, amcasının zayıf bütçesine katkıda bulunuyordu. 1/46 Halk arasında kendisine el–Emin lâkabı verilen Hz. Muhammed putlardan son derece nefret ederdi. Onlara takdim edilen kurban etlerini yemezdi. Yaşı ilerledikçe tefekküre dalar, Allah'a secde ederdi. Bilindiği gibi, 40 yaşında, bir Ramazan ayında Hira Mağarası’nda inzivaya çekilmişken, kendisine ilahî vahiy geldi. Bütün Arabistan'ı ve bütün insanlığı değiştirecek olan ilâhi vazifesi böylece başlamıştı. Sonuç Özet olarak söylemek gerekirse, Resulüllah'ın yetiştiği çevre, dinî, iktisadî, içtimaî ve manevî açıdan, gerçekten o gün için dünyanın en bozuk çevresiydi. İtikatlar bozulmuş, belli bir otoritenin olmayışı her tarafa korku salmıştı. Kuvvetlilerin söz sahibi olduğu düşüncesi hakimdi. İnsanlar devamlı bir saldırı korkusu içinde yaşıyorlardı. Gerek bölgenin verimsizliği gerekse servetin kötü dağılımı, bölgedeki her türlü gelişmeyi engelliyordu. Aile düzeninin kuruluşundan tutun, kabile taassubunun gözleri karartmasına kadar, sosyal bünyeyi bozan unsurların varlığı, bütün kabileleri, bir araya getirecek devlet şuurunun olmayışı, kuvvetli kabilelerin zayıfları yeme haklarının olduğu inancı ve bütün bölgeye hakim olan orman kanunları. Rahmetli Akif'in veciz ifadesiyle Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi. Resûllüllah, işte kısaca anlatmaya çalıştığımız bu ortamda doğdu, burada büyüdü. Cemiyetteki bütün olumsuzlukları gördü. Olumlu işlere iştirak etti. Örneğin Hilfu'l–Fudûl denilen, Mekke'de bütün mazlumlara yardım edilip, zalimlerin karşısına çıkılacağına dair Haşimoğulları, Muttalipoğulları, Zühre ve Teymoğulları arasında yapılan anlaşmada faal görev üstlendi. O'nun şiirlerle ilgilendiğini gösteren herhangi bir rivâyete sahip değiliz. Aksine, o dönemde kendilerinde manevi bir güç olduğu kabul edilen şairlerden nefret ettiğini ifade eden rivâyetler vardır. Bu gün, Hz. Peygamber'in yetiştiği o ortamdan öyle bir insanın yetişmesini beklemek mümkün değildi. Bu husus, batılı bir çok yazarın da dikkatini çekmiştir. Nitekim, En Etkin Yüz kitabının yazarı olan M. Hart, dünyada en etkili 100 insan içerisinde birinci sıraya Peygamberimiz'i koyuş sebebini şöyle açıklıyor "Dünyanın en etkili insanlar listesinin başına Hz. Muhammed'i koymam bazı okurları şaşırtabilir. Bazılarını da kuşkuya düşürebilir. Ancak Hz. Muhammed tarihte, hem dinî hem de seküler düzeyde üstün başarılı olan tek insandı. "Mütevazı bir aileden gelen Hz. Muhammed dünyanın en büyük dinlerinden birini kurmuş, bu ifade Batılı anlayışa göredir yaymış ve çok etkili bir siyasî lider olmuştur. Bugün, ölümünden 13 yüzyıl sonra, etkisi halâ güçlü ve yaygındır. "Bu kitapta yer alan kişilerin çoğu, uygarlık merkezlerinde, ileri kültüre sahip ya da politik açıdan önemli milletler içerisinde doğup büyüme avantajlarına sahiptiler. Ancak Hz. Muhammed, 570 yılında, o dönemde dünyanın geri kalmış bir bölgesi olan, ticaret, sanat ve bilim merkezlerinden çok uzakta bulunan Güney Arabistan'ın Mekke kentinde doğmuştur. Altı yaşında yetim kalmış ve çok mütevazı bir çevrede yetişmiştir. İslâm gelenekleri, bize onun okuma–yazması olmadığını söylemektedir…" Hart, 1 vd. Bütün bu açıklamalardan sonra, makalemizi şöyle bir soruyla bitirmek istiyoruz Acaba içinde bulunduğu çevrenin Hz. Muhammed üzerinde herhangi bir etkisi oldu mu? Başka bir ifadeyle, o çevre böyle bir insanı yetiştirebilir miydi? Bu ve benzeri sorulara "evet" cevabını vermek mümkün değildir. Öyle bir çevrenin böyle bir insanı yetiştirmesi düşünülemez. Öyleyse, böyle bir çevrede Hz. Peygamber nasıl yetişti? Ya da böyle bir çevre, Hz. Muhammed gibi dünyanın en büyük insanını, yaratılmışların en büyüğünü nasıl yetiştirdi? İşte bütün bu soruların cevabını da yine O veriyor ve diyor ki, "Beni Rabbim yetiştirdi ve edebimi güzel kıldı." Süyûtî, 1/51 1. Şiirin bu etkisini, daha sonraları Hz. Peygamber tarafından, ashabın şairlerini müşrik şairlerin Müslümanları hicvettikleri şiirlerine cevap vermeye teşvik babında söylediği değişik hadislerde de dile getirilmiştir. Müsned, 3/456 ; en–Nesâî, Mena**** 121. 2. Hz. Süleyman'la konuşan karınca fıkrası meşhurdur. Derler ki "Hocanın biri, eskiden bir köye imam olmak için gitmiş. Köylülerle tanışmış, köylerine talip olduğunu bildirmiş. Onlar da, hocanın okumasını ve vaazını dinledikten sonra karar vereceklerini söylemişler. Hoca onlara vaaz etmiş, vaazında Hz. Süleyman'ın karıncayla olan kıssasını anlatmış ve Neml Sûresinin 18. âyeti olan "Karınca vadisine geldikleri zaman bir karınca 'Ey karıncalar, yuvalarınıza girin ki, Süleyman ve askerleri farkında olmadan sizi ezmesin' dedi" âyetini okuyup, "Cemaat–ı müslimin, bu âyetten anlaşıldığına gore, Süleyman Peygamber'le konuşan karınca dişiymiş" demiş. Bu söze, Arapça'nın bu özelliğini bilmeyen köylüler çok şaşmışlar. Sohbetten sonra karar için toplandıklarında demişler ki "Bu hocayı imam tutalım; adam çok derin. Görmüyor musunuz, adam, Kur'ân–ı Kerim'den Süleyman Peygamber'le konuşan karıncanın erkek mi dişi mi olduğunu bile anlıyor..." Kaynaklar el–Câhız, el–Beyân ve't–Tebyîn. Ebû'l–Ferec, el–Eğânî.. Ebû Ubeyde, Eyyâmu'l–Arab Kable'l–İslâm, nşr. Dr. Adil Câsım, Beyrut, 1987. Elmalı, Hüseyin, Kitabü'l–Envâ'l ve'l– Ezmine, TDV Yayınları, Ankara l997. Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, terc. İstanbul. Hart, M. H., En Etkin Yüz, Çev. Mehmet Harmancı, Sabah Kit.. el– Mubârekfurî, Safiyyurrahmân, er– Rahîku'l–Mahtum, Mekke, 1980. Kal'acî, Muhammed Ravvâs, Dirâse Tahlîliyye li Şahsiyyeti'r–Resul Muhammed Beyrut, 1998. el–Meydânî, Mecma'u'l– Emsâl. Savaş, Rıza, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, İstanbul 1992. Şükrî, Mahmud, Buluğu'l–Edeb. Yaltkaya, Şerafettin, Yedi Askı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul1985. Prof. Dr. Hüseyin Elmalı
İslamİyet'İn Doğuşu ve Yayılışı 1. İslamİyet'ten Önce Arap Yarımadası a. Siyasi Durum Arapların kökeni Sami ırkından gelmektedir. Samîler, Arap Yarımadası'nda yaşamışlar, zamanla buradan dağılarak İlk Çağdan bu yana Mezopotamya, Suriye, Filistin bölgelerinde etkin rol oynamışlardır. Arabistan'da İslamiyet'ten önce kurulan devletlerin başlıcaları şunlardır 1. Güney Arabistan Devletleri a. MAİN DEVLETİ 1200-650 Yemen'de kurulan üç büyük devletten Main kentidir. b. SABA DEVLETİ 950 - 115 Main Devleti'nin yıkılışından sonra Yemen'e, Sabalılar egemen olmuşlardır. Başkentleri Ma'rib kentidir. c. HİMYERÎ DEVLETİ 115 - 525 Saba Devleti'nin yıkılışı ile güç kazandılar. 2. Kuzey Arabistan Devletleri NABATÎLER, GASSANİLER, HÎRE ARAP KRALLIĞI a. Nabatîler Nabatîler, Arabistan'ın kuzeybatısında kurulmuştur. Başkenti Petra kentidir b. Gassaniler Yemen kökenli olup, Suriye'ye yerleşmişler ve Hıristiyanlaşmışlardır. Başkentleri Şam'dır. c. Hire Arap Krallığı Yemen kökenli olup, Irak'taki Hire kenti çevresine yerleşmişlerdir. Genel Değerlendirme Arap yarımadasında önemli bir siyasi güç ortaya genel olarak, kabilelerin oluşturduğu küçük krallıklar şeklinde siyasi varlıklarını sürdürmüşlerdir. b. Din ve İnanış İslamiyet'ten önce , Arapların büyük çoğunluğu puta tapıcıydı. Her kabilenin kendine özgü putu bulunurdu. Kabe, Araplarca kutsal sayılırdı. Burada Arap kabilelerinin putları bulunurdu. En önemli putları "Hübel-Lat-Menat-Uzza"dır. Araplar putları ziyaret için Kabe'ye gelirler ve kurban keserlerdi. Ziyaret zamanlarında kabileler arası çatışmalar yapılmazdı. Bu nedenle bu zamana "Haram Ayları" denilmiştir. Puta tapıcılık yanında, Mecusilik Zerdüştlük, Musevilik, Hristiyanlık gibi dinler de yaygındı. Ayrıca dinine inananlar da " Hanif " denilmiştir. c. Sosyal ve İktisadi Hayat Arapların genel olarak yaşam biçimleri göçebe ve yerleşik olaraktı. Göçebe yaşam süren Araplara "Bedevi" denilirdi. Erkeğin egemen olduğu bir aile yapısı vardır. Çok eşli evlilikler yaygındı. Kadınların miras hakkı yoktu. Kabileler arasında rekabet ve kan davaları yaygındı. Çöl yaşamının zorluğu, su kaynaklarının azlığı, yiyecek sıkıntısı bu rekabet ve kavgaların sebepleridir. Hicaz bölgesinin en önemli ticaret merkezleri Mekke, Medine ve Taif'ti. Mekkeliler daha çok ticaretle, Medineliler ise daha çok tarımla uğraşmışlardır. Göçebelerin en önemli geçim kaynağı hayvancılık, yerleşiklerin ise tarım ve ticaret olmuştur. ç. Dil ve Edebiyat Araplar arasında iki tür yazı vardı. Himyeri ve Nebatlılara ait olan yazılardan, bugünkü Arap Alfabesinin kökeni Nebatlılara ait olanıdır. İslamiyet öncesi Araplar arasında hitabet ve şiir sanatları gelişmişti. Kabe'yi ziyaret zamanlarında şairler yazmış oldukları şiirleri "Suk-u Ukaz "panayırında okurlardı. Düzenlenen şiir yarışmalarında kazanan eserler, Kabe'nin duvarlarına asılırdı. Bunlara "Muallakat-ı Seb'a" Yedi Askı denilirdi. En önemli şairleri "İmr -ül-Kays" tı.
İslamiyet’ten önce Arap Yarımadası’nın özellikleri nelerdir? Bu özellikleri İslamiyet’e uygunluk açısından değerlendiriniz. Düşüncelerinizi arkadaşlarınızla paylaşınız. İslamiyet’ten önce Arapların büyük çoğunluğu putlara tapardı. Her Arap kabilesinin kendine ait putları bulunmaktaydı. İslamiyet öncesi dönemde Arap Yarımadası’nda siyasi birlik yoktu. Araplar kabileler hâlinde yaşarlardı. Kabilelerin başında şeyh adı verilen yöneticiler bulunurdu. Arap Yarımadası’nda insanlar genelde yerleşik bir hayat sürerdi. Şehirlerde yaşayan insanlar tarım ve ticaretle uğraşırdı. Göçebe hayat süren insanlara ise bedevi adı verilirdi. Bedeviler hayvancılıkla uğraşırdı. Bu dönemde Arap Yarımadası’nda ailelerde erkekler söz sahibiydi. Kadınların hakları yoktu. İslamiyet öncesi dönemde Arap Yarımadası’nda edebiyat, şiir ve hitabet gelişmişti. Bu özelliklerin çoğu İslamiyet’e uymuyor. İslam’da tek ilah vardır ki o da Allah’tır. Kimsenin başkasına üstünlüğü yoktur. Kadınların da pek çok hakkı vardır. İslamiyet’in yayılmaya başlaması Kureyş kabilesinin tepkisini neden çekmiştir? Düşüncelerinizi arkadaşlarınızla paylaşınız. İslamiyet öncesi dönemde Arap Yarımadası’nda siyasi birlik yoktu. Araplar kabileler hâlinde yaşarlardı. Mekke şehrinin yönetimi Kureyş kabilesinin elindeydi. Bu kabile şehrin siyasi ve dinî hayatını düzenlerdi. İslamiyet’in yayılmaya başlaması Kureyş kabilesinin elindeki imkanları kısıtlıyordu. Kabilenin menfaatleri zarar görecekti. Bu sebeple İslamiyet’in yayılmaya başlaması Kureyş kabilesinin tepkisini çekmiştir. Sosyal bilgiler 6 Anadol yayıncılık ders kitabı cevapları sayfa 49, 6. Sınıf Sosyal bilgiler Anadol yayıncılık ders kitabı cevapları sayfa 49, Sosyal bilgiler 6 Anadol yayıncılık cevapları sayfa 49, İslamiyetten önce Arap Yarımadasının özellikleri nelerdir?
İslamiyetten önce arap yarımadasında çeşitli devletler kurulmuştur. Kuzeyde Nabatlılar, Tedmürler ve Gassaniler. Güneyde Main, Saba ve Himyeri devletleri.. 1- Nabatlılar Nebatiler Josephus zamanında Fırat ırmağından Kızıldeniz'e kadar uzanan ve Suriye ile Arabistan arasındaki sınır bölgesindeki vahalardaki yerleşimleri kapsayan ve "Nebate" ismi verilen alanda yaşayan kadim semitik, güney Ürdün'lü, Kenan'lı ve kuzey Arabistan'lı Araplardı. Bu uygarlık, 300 yıllarında tüccar bir Arap kavminin kurduğu, Kızıldeniz, Akdeniz ve hatta Hint Okyanusu’nu da etkileyen bir uygarlıktır. 700’lü yıllara kadar varlığını sürdüren, Romalılar, Müslümanların çeşitli istilalarına uğramış olan bu medeniyet zamanının en gelişmiş medeniyetlerinden biridir. En önemli özellikleri de yeryüzünün bilinen bütün yerlerini gezmeleri ve onların zenginliklerini ve kültürlerini kendi ülkelerine taşımalarıdır. Nebatiler İslam açısından oldukça önemli bir devlettir, İslam dininin nebatilerden ne kadar çok etkilendiği birde Petra kenti var, ve o kentin konumu Petra Ürdün'ün Lut Gölü ile Akabe Körfezi arasındaki toprakları üzerinde yer alan antik kenttir. 400 ile 106 yılları arasında Nebatiler'e başkentlik yapmıştır. Roma İmparatorluğu tarafından işgal edilene kadar başkent olarak varlığını sürdürmüştür. Burada aklıma gelmişken Rum suresi ve özellikle 1-4 ayetlerinde ’dünyanın en alçak yeri-yer yüzünün yakınları ?’’ diye nitelendirilen yerden bahsedilmesi bence nebatilerin İslam dinine etkilerinden biridir. Rum Suresi, 1-4 “Elif, Lam, Mim. Rum orduları yenilgiye uğradı. “Dünyanın en alçak yerinde". Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Üç ile dokuz yıl içinde. Bundan önce de, sonra da emir Allah'ındır. Ve o gün müminler sevineceklerdir.„Yoksa ne alakası var kuranda böyle bir surenin geçmesinin,onun amacı islamiyeti tanıtmak değimlidir? Nebatiler tanrılarını genelde; kare taş, kutsal meteorlar, taş bloklar, bazen de şematik göz ve burun ile simgelemekteydiler. Nebatilerin erken tarihte Arapça adları ile tanrıları vardı. Bunlardan bazıları şunlardır 1 Al Qaum - savaşçı olan karavanlar muhafız tanrısı,2 Al Kutbay -, ticaret öğrenme tanrı, yazma ve kehanet3 Allat - bahar ve bereket tanrıçası4 al Uzza - ve güçlü5 Manawat - kader ya da kader tanrısı. Bunları uzun uzun yazmaya gerek yok merak edenler google dan aratabilirler. Allat, Menat, Uzzayı… Nebatilerin islamdaki izlerini Necm suresinde de görmek mümkün,Necm yıldız suresi 19-20. ayetlerinde 19. Gördünüz mü Uzza'yı, Lât' Ve ötekini, üçüncüsü olan Menât'ı. Bir diğer etkiyide şu şekilde görebilirizAllat-menat-uzza putları ve bunların yıkılışı ile ilgili bir öykü geliyor,Yurtları Taif olan sakif neresi peki Taif; Suudi Arabistan'ın Mekke Bölgesi'nde bulunan, Mekke ve Medine'den sonra en büyük üçüncü şehridir. Mekke'nin 150 km kadar güneydoğusunda kalan bir yer. Daha düne kadar, Lât ve Uzza önünde eğilen Ebû Süfyan, şimdi kendi eliyle aynı putu kırıp dağıtmaya gidiyordu. Çünkü gönlündeki şirk putu kırılmıştı. Onun yerine saf, ter temiz Tevhid bayrağı dikilmişti. Bunun için gitmekte tereddüt Süfyan ile Muğıre bin Şu'be Taif e varıp Lât putunu kırarak darmadağın ettiler.İbni Kesîr, Sîre, 463. Gibi bi öyküyü okuyunca Nebati tanrılarının islamiyete ne kadar etkili olduklarını görebiliyoruz. 2- Tedmürler Palmira Şam'ın 215 km kuzeydoğusunda, Humus'un 155 km doğusunda ve Fırat'ın 120 km güneybatısında bir vaha üzerinde kurulmuştur. Suriye çölünün ticari kervanlarının geçiş noktasında olması sebebiyle "Çölün Gelini" de denilen bir şehir. Yunan ve Roma kaynaklarında ise 1. yüzyıldan itibaren kayıtlara rastlanılmıştır. Palmira tanrılarınada bir göz atalım Palmira tanrıları, Ay Tanrısı "Aglibol", Güç ve Gökyüzü Tanrısı "Beelshamen", Güneş Tanrısı "Malakbel".İslamiyettede ay ve güneş oldukça önemli bi "Beelshamen" gökyüzü tanrısı olarak anılmasıda ilginç bir 1. yüzyılın ortalarında kervanların geçiş güzergahı üzerinde, Pers İmparatorluğu ve Akdeniz kıyısındaki Romalıların ve Fenikelilerin limanları arasında Roma İmparatorluğu kontrolünde bir şehir konumunda bulunmaktaydı. Şehrin coğrafi konumu ticari ve dini merkez haline gelmesini kolaylaştırmıştır. Aramilerin bölgeye yerleşmesiyle Palmiralıların kültürü Yunan-Roma ve İran Partlar izlerini birlikte barındırmaya başladı. Bu ortak kültürün izleri; tapınaklarda her iki kültürün de mimari stilinin kullanılmasından ve insan büstlerinde görülen, her iki kültüre ait giyim tarzının benimsenmiş olmasından anlaşılmaktadır. 3- Gassaniler Suriye'de hüküm süren bir hanedan. Yemen'den gelme ve monofizit Hıristiyan idiler. Bizans imparatorlarının tabiyetinde ve onların sınırlarını İranlılara ve bunların tabiyetinde bulunan Hira Lahmilerine karşı müdafaa etmekle mükellef medeniyeti ile temaslarından dolayı Lahmilerden yüksek bir seviyede oldukları halde, bu akraba ve tabii hasımlarının aksine olarak, Gassanilerin sabit bir makarrı hanedanın tarihi, Arap tarihinin en karanlık kısımlarından biridir. Haklarında bilinen sadece birkaç hükümdar adlarından ve tenakuzlar ile dolu kısa malumattan ibarettir. Araplar arasında dolaşıp gelen rivayetlere göre, Gassaniler, Cenubî Arabistan kabilelerinden olan Azd kabilesinden ortaya hanedanın mevcudiyeti muhakkak olan ilk ve en önemli hükümdarı monofizit kilisenin gayretli taraftarı ve hamisi El-Haris bin Cabala'dır. 4- Ma’in devleti Ma'in Arapça معين'dan مملكة معين Memleket Ma'in. Yemen bölgesinde 8. yüzyılda kurulmuş bir devlettir. Başkentleri Karna bugün, Sa'dah olarak bilinen bölgede kurulmuştur. Bir diğer öenmli şehirleri sayılan Yathill bu gün Barakiş sınırlarında kalmaktadır. Suriye, Filistin, Hindistan ve Çin'le ticari ilişkileri vardı. Main Devleti, Seba'lar tarafından yıkılmıştır. 5-Saba devleti Günümüz Habeşistan Etiyopya veya Yemen'inin olduğu topraklar.İbranice Sh'va veya Seba שבא, Arapça Saba veya Sebe سبأ, Habeşçe ሳባ Gelelim dinlere katkısına bu devletin ..Saba melikesi Belkıs denen şahsiyet var, lilith olarakta bilinir. Musevilik ve Hristiyanlık inançlarında Âdem'in ilk eşidir. Tevrat'ın ilk bölümü olan Yaradılış bölümünün 1. Bab'ında Âdem ile beraber bir dişi yaradıldığından, 2. Bölümde ise Âdem'in kaburga kemiğinden bir dişi yaratıldığı açıkça yer almamasına rağmen; birçok Musevi dini kaynağı 2. Bölümde sözü geçen dişinin Âdem'in 2. karısı olduğu, birinci bölümdekinin ise ilk karısı olan Lilith olduğuna Melikesi'nden Kur'an'da Neml Sûresi 22 - 44. ayetlerde bahsedilir. Kuran'daki öyküsüde Eski Ahit'tekine oldukça benzerdir. Hüdhüd kuşu, hayvanlarla konuşabilen Süleyman Peygamber'e Saba adlı bir ülkeye gittiğini ve oradaki halkın güneşe taptıklarını söyler. Süleyman melikeye kendisine itaat etmeye davet eden bir mektup gönderir. Melike adamlarına danışır. Onlar "Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş erbabıyız; buyruk ise senindir, artık ne buyuracağını sen düşün" derler. Melike, elçileriyle Süleyman'a hediyeler gönderir. Süleyman hediyeleri küçümser ve Allah'ın kendisine çok daha iyilerini bahşettiğini kuranda sebe halkı ve hz süleymandan bahseden sebe suresi var Sure adını, 15. ayette geçen “Sebe’ ” kelimesinden almıştır. Sebe’ Seba, Yemen’de bulunan bir bölgenin ya da bir kabilenin adıdır. Bu yöre dönemin en verimli bahçelerine sahiptir. Allah'ın verdiği emirleri dinlemeyen halka Arim seli denen büyük bir afet yollanmıştır. Daha sonra dağılma sürecine giren kabilenin büyük bir bölümü Suriye ya da Mekke'ye göç etmiştir. Surede başlıca müşriklerin ahireti inkar etmeleri, Davud ve Süleyman Peygamberlerin kıssaları ve müşriklerin Muhammed'in peygamberliği hakkındaki bazı şüpheleri konu edilmektedir. Görüldüğü gibi sebelerin izleride İslamiyet üzerinde izler bırakmış. 6- Himyeri devleti 115 - 525 Saba Devleti'nin yıkılışı ile güç kazandılar. Güney Arabistan'da hüküm sürmüş eski bir kavim. Bugünkü Suudi Arabistan toprakları üzerinde yaşamış olan Himyeriler, birinci yüzyıldan itibaren bölgede hakim bir güç durumuna gelmişlerdi. birinci yüzyıldan itibaren ise, Kızıldeniz'den Hint Okyanusu sahillerine kadar olan bölgeyi ele geçirdiler. Doğu Afrika kıyılarının büyük bir bölümü hakimiyetleri altına girdi. Ancak 4. yüzyıla kadar Himyeri kralları hakkında bir malumat yoktur. Himyerilere ait kitabelerdeki yazılarda klasik Arapçanın bütün seslileri görülmektedir. Bu kitabelerde Saba ve Himyeri kralları için melik tabiri kullanılmaktadır. Himyerilerinde islama katkıları olmuş görüldüğü gibi..Üçüncü halife Hz. Osman'ın hanımı Naile ve Yezid'in hanımı ve annesi bu kabiledendi. Arabistan'daki İsmaili kableleri, Maad olarak da adlandırılmaktaydı. Maad, Tufan'dan sonra, ibadet etmek için Kabe'yi yeniden inşa eden, Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail'in soyundan olan Adnan'ın oğlu idi. Hz. İbrahim, Kabe'yi inşa ederken Cebrail O'na Siyah Taşı getirdi. O zamandan sonra Kabe, Kureyş'ten önce sırasıyla Modharitler, Cürhümiler ve Kuzaalıların idaresinde bulundu. Kureyş, Maad'ın soyundan olduğunu iddia ederek, Hz. İsmail ile aralarında bir bağ sonra Muhammed ilk sahabilerini Yemen'e yolladığı zaman, Himyeri melikleri İslamiyeti kabul ettiler. Ayrıca , Muhammedin İsmail peygamber soyundan, Adnaniler kavminden, Kureyş kabilesinin Haşimoğulları sülalesinden geldiği iddia edilir. Sinekten yağ çıkarmak gibi olacak ama allahın isimlerinden olan melik’te belki buradan esinlenmiştir. El-melik Bütün kainatın sahibi ve mutlak surette hükümdarı..bu tabirin kuranda geçen surelere bakalım…Nas Suresi, 1-3 insanlarTaha Suresi, 114 bir kabilenin Müslümanlığa davet edilişi gibiMüminun Suresi, 116 Nuh tufanından bahsediyor.Haşr Suresi, 23 yine burada fethedilen bir yer ve insanlara verilen öğütlerden bahsediyor. Himyeri’lerin islama katkısıda tufan,hacerül esved denen siyah taş gibi şeyler. Himyeri kralları için kullanılan melik tabiri ve allahın isimlerinden el-melik’in anlamlarını taşıyan surelerde himyerilerle ilişkisi ortada. Bunlar gibi Muhammed öncesinde arabistanda yaşayan devletlerin islamiyete katkısı vardır elbette ama bu kadar yeter. Asıl konu bunları birleştirmek.. Görüldüğü gibi İslamiyet öncesinde Araplar bazı devletler kurmuş, ancak bu devletler kabileler şeklinde yaşıyordu ve her kabilenin başında şeyh, emir benzeri liderler bulunuyordu. Araplar İslamiyet’e kadar tek bayrak altında toplanamadılar. İslamiyetin tarihi stratejik önemi burada ortaya çıkıyor. Daha önce arabistanda yaşayan devletlerin karışımını bir çatı altında toplamayı hedefleyen bir nevi arap milliyetçiliği. Peki bu kabileler şeklinde yaşayan arap devletlerini bir araya toplamak fikri kimden ve nasıl çıkmıştır ? Yöntemleri gayet açık, daha önce yaşayan bütün devletlerden toplanan efsaneler dini inançlar tanrılar efsaneler, savaşlar, fetihleri bir çatı altında toplayıp bunun başına Allah ve Muhammedi yerleştirmek, geçmiş olan tarihi İslamiyete adapte etmek. Bu yöntemi bence hafife almamak gerekir, İslamiyet ve muhammedin yaşadığı iddia edilen döneme kadar olan dini-siyasi-ekonomik-kültürel kazanımları bir sanal peygambere bağlamak.. Ama asıl amaç ne? Üzerinde durulması gereken ve asıl incelenmesi gereken konuda bu. Kendilerinden yüzlerce yıl önce arabistanda yaşamış olan Arapların kültürünü kim veya kimler hangi amaçla bir araya getirip İslam efsanesi altında yaşadığı iddia edilen bir dönem, karanlık bir dönem ortaya çıkıyor. Himyerilerden sonraki 525 Muhammed efsanesinin yaşatıldığı 571-632 ve Muhammedin biyografilerinin yazıldığı 7. ve 8. yy döneminde bölgedeki siyasi duruma bakılarak belki bir sonuca ulaşılabilir. Gelelim bu dönemin incelenmesine.. 530 yılında Dara Savaşı, Doğu Roma İmparatorluğu ile Sasani İmparatorluğu arasında, Dara Kalesi bugünkü Nusaybin yakınları gerçekleşen savaştır. Bildiğiniz gibi kuranda da Rumlarla yapılan savaşlardan bahsediliyor. Bu şekilde güçlü ve toprak genişliğine sahip olan imparatorluklar arasında bir çöl cengaveri ortaya bu cengaver küçük bir tarih aralığında bir çok iş başararak aniden ortadan karanlık perdeli dönem ve muhammedin yaptığı şeylere yüzeysel olarak bir göz atarsak 571- Muhammed doğuyor574- Osman bin Affan doğuyor ,3. halife599- Ali doğuyor, 4. halife610- Muhammede ilk vahiy geliyor…615- Müslümanlar habeşistana gidiyor621- Miraç olayı yaşanıyor622- Mekkeden medineye hicret 623- 9 mart ramazan ayı başlangıcı - 4 nisan ramazanın 27. günü kadir gecesi 624- Bedir savaşı Müslümanların ilk savaşı olarak kabul Müslümanlar ile Mekke'liler arasında Uhud Savaşı yapıldı627- Müslümanlar ile Mekkeliler arasında Hendek Savaşı Müslümanlar ile Mekkeliler arasında Hudeybiye Antlaşması Müslümanlar Yahudi'lerin oturduğu Hayber Kalesini Mekkenin fethi - Müslümanlar, Mekke'den kaçan putperestler ve Taif Yahudi'leri ile Huneyn Savaşını yaptılar ve Müslümanlar Taif'i kuşattılar ama alamadılar,fakat kuşatmadan sonra Taif halkı müslüman veda hutbesini yazdı- 8 haziranda öldü .. Gibi katkılarla aramızdan kayboluyor bu cengaver. Bu cengaverin yaptığı savaşların anlaşmaların küçücük bir kısmı kuranda geçiyor. kuranda anlatılan bazı ifadelere parantez içinde hendek uhud gibi eklemeler yapılarak Muhammed figürü yerleştiriliyor. Ama dikkatimi çeken bir nokta var ki, kurana içerik olarak baktığımızda Muhammed figüründen yüzlerce yıl önce yaşanan olaylar, dinler, tanrılar, savaşlar, peygamberimsiler, firavunlar, Romalılar ve Allah ne verdiyse hepsinden bir harmanlama yapılarak, arayada 1-2 yerde Muhammed eklenerek ortaya çıkarılmış bir kitap duruyor gözümüzün önüne. Bence kuran; kuran olarak adı konmasa bile Muhammed den önce çoktan yazılmıştı1 ve bir arada bulunuyordu2, çünkü Arabistan da İslam’ın çok öncesine ait yaşayan Arapların tabletlerden söz ediliyor. Ama bu kuran Allahın Muhammede vahyettiği kuran değil, daha önceki Arapların kültürlerinin bir birikimi olan kuran’dır. Daha sonraları islamiyet’i ortaya çıkarmaya yaymaya ve olaya kutsallık kazandırmaya çalışan kişi veya toplumların, bu zengin kaynağa bir yaratıcı peygamber katılmasıyla birlikte ortaya çıkarılan kuran... Muhammedin ölümünden sonra sözde İslam devletini yönetmek için 4 figür daha ortaya çıkıyor.. Ebu Bekir, Ömer bin Hattab, Ömer bin Hattab, Ali bin Ebu bunlardan son halife Alinin ölümüyle bu karanlık tarih son buluyor ve gerçek dünyaya dönüş yapıyoruz 661 Muhammed kahramanının öldükten sonra Ebu Bekirin kuranı toplattığı öne sürülüyor, bence yapılan şey mevcut elde olan efsaneler bütününe Muhammed-kuran ve Allah’ın yerleştirilmesi, Muhammedi yaşamış gibi gösteren savaşlar, anlaşmalar, fetihler gibi olaylar eklenerek ortaya ilahi bir Muhammed, Arabistanda gelmiş geçmiş bütün peygamberleri ve dinleri sahiplenme, hepsini bir soya bağlama aynı yaratıcıya bağlama ve muhteşem bir arap soyu ortaya çıkarma çabası bulunuyor. Ve bunu basit olarak ağaç, taş, hurma yaprağı bilmem ne derisi gibi nesnelerde yazıldığı öne sürülen kuranın kitap haline getirilmesi kadar basit olarak görmüyorum çünkü yapılan iş çok büyük bir arap milliyetçiliğinin eseri, arabistanda yaşamış bütün toplumlardan etkilenme var çünkü. Ebu Bekirin yaptığınıda hiç sanmıyorum çünkü oldukça kompleks bir konu konu var ortada geniş bir efsaneler, peygamberler, inançlar bütününü toplayıp bir arada sunmak..peki bunu kim yaptı ? İşte Muhammed efsanesinin yaşadığı mışlı misli zamanlardaki olaylar bundan ibaret, islamı daha fazla konuya katarak kafaları bulandırmaya gerek yok, çünkü kurandaki çelişkiler, birbirini tutmayan ifadelerden hemen hemen herkesin bilgisi vardır. buna gerek yok, islamiyeti ilahileştirmeden incelemek lazım bence. Arap milliyetçiliğinin ortaya çıkışı ve muhammedin izleri.. 1- Emeviler Araplar emeviler adı altında bir devlet kuruyorlar ve şu şekilde bir coğrafyada hüküm sürüyorlar . Yaşadığı öne sürülen 4 halifeden 632-661 sonra halifelik emevilere geçiyor. Ali’nin 661’de öldürülmesinden sonra başa geçen Emeviler 750’de Abbasiler tarafından yıkılıncaya değin hüküm sürerler. Emevi hanedanın kurucusu muaviye ise Uhud Savaşında ve Hendek Savaşında Mekke'li kafirlerin komutanı olarak Muhammed'in komutasındaki müslümanlara karşı savaşan Ebu Sufyan bin Harb'in oğludur ve alinin halifeliğini reddeder. Araplar arasında bir iç çatışma ve görüş ayrılıkları ortaya çıkıyor. Ali ile çatışıyor, Ali Nehrevan Savaşı'nda rakiplerini ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu savaştan sonra, Hariciler'den üç kişi Mekke’de Müslümanların siyasi durumları hakkında bazı müzakereler yaptıktan sonra Ali, Muaviye ve Amr bin As'ı öldürmeyi kararlaştırdılar. Bu üç kişiden Abdurrahman bin Mulcem, Ali'yi öldürmeyi üstlendi ve Kufe’ye hareket etti. Kufe'de bir camiide ibadet ederken Haricilerden Abdurrahman bin Mulcem'in zehirli bir kılıç darbesi ile yaralandı ve bu süreçte öldü. Son iki paragraf yine bir İslam efsanesi ama büyük ihtimal arap devletinin başına geçmek isteyen iki farklı grubun ’Emeviler olarak anılan arap devletinin başındaki isim müslümanlara karşı savaşan Ebu Sufyan bin Harb'in oğlu, daha sonra Abbasiler olarak anılan ve arap devletinin başına geçen isim ise Muhammed'in amcası Abbas Bin Abdülmuttalip'ın soyundan gelenler olduğu öne sürülüyor’’Çatışmasının süslenerek islama adapte edilmesi veya efsanelerin sahiplenmesi gibi bir olay. Emevilerin Abbasiler tarafından yıkılmasıyla bölgede bu sefer Abbasiler Arapların başına geçiyorlar. 2- Abbasiler 750Bu kez yönetimde muhammedin amcasının soyundan olduğunu iddia eden insanlar var ve egemen oldukları coğrafyada şu şekilde.. Hemen hemen aynı olan bu coğrafyada Arapların başına geçen insanların değişmesi Arapların arasında bir fikir ayrılıkları bir iç çatışma ve bir efsaneyi sahiplenerek soylarını öne sürerek hükümdarlık yapmak isteme çabaları fikri geliyor. Abbasilerin ilerleyen yıllarında Abbasiler de sahneye Türkler de çıkıyor, Harun Reşid’in oğulları Emin 809-813, Memun 813-833 ve Mutasım 833-842 babalarının politikalarını sürdürdüler. Annesi Türkolan Mutasım ,Türklerden özel bir askeri güç kurmuştur, Türk unsurları yönetimde önemli görevlere getirmiştir. Daha sonra bu askeri gücün Bağdat’taki varlığı bazı huzursuzluklara neden olduğundan Samarra adıyla yeni bir kent kurdurarak devlet merkezini oraya sonra abbasilerin başına geçen Vasık 842-847 döneminde Türk emirleri askeri işlerin yanı sıra yönetsel konularda daha etkili oluyorlar. En önemli olay ise bana göre Vâsık'ın ölümünden sonra Abbasi Devleti parçalanma sürecine girmesidir. Abbasilerin parçalanma sürecine girmeleriyle birlikte ortaya Abbasi topraklarında Samaniler, Karahanlılar, Fatımiler,Tolunoğulları ve Hamdaniler gibi bağımsız devletler kuruluyor. Abbasi toprakları, Araplar artık bir bütün halinde değil parçalanmış bir şekle ne hikmetse İslam üzerine yapılan araştırmalar ve ortaya çıkan bilgilerin çoğunluğu, hadisler, kuranın popülerliğinin artması, abbasilerin parçalanması dönemine denk geliyor. Hadisçilerin 20 li yaşlarına, kiminin ilim öğrenmek için çıktığı dönemlere. Bir İslam efsanesi yaratma sanatı .. hadis Hadisçilerin islama katkılarına şöyle bi göz atalım ..Hadislerin İslamiyet açısından çok önemli bir yer tuttuğunu biliyoruz, Muhammed hakkındaki birçok şey, kuranda yer almayan ibadetlerin yapılış şekli vs vs.. Hadis nedir peki Hadis, dinî bilim olarak, bu çerçeve içinde, Muhammed'in sözleri ile davranışlarını, eylemlerini aktaran bilgileri derleyen, bu bilgileri yazılı bir biçimde düzenleyip sınıflandırarak inceleme çabasına karşılık gelir. 1. Hadislerin kapsamı nedir Muhammed'in Kur'ân'da tesbit edilmiş olan vahyin dışında söylemiş olduğu rivâyet edilen sözleri,2. Onun yazdırmış olduğu mektuplar ve evrâk,3. Muhammed'in vasıflarını haber veren rivâyetler,4. Muhammed'in bir olay karşısında izhâr ettiği tutumunu ve tavrını anlatan rivâyetler,5. Muhammed'in hâl-i hayâtında vuku bulmuş bir olaya şâhid olanların rivâyetleri,İslam'da Kütüb-i sitte Altı kitap anlamına gelmektedir. Ehl-i Sünnet tarafından en sağlam hadis kaynakları olarak kabul edilmektedir denilen temel hadis kitapları1. İmam Buhari2. Müslim3. Ebu Davud4. Tirmizi5. İmam Nesâi6. İbn Mace'nin yazdığı kitaplardır. Bu hadis kitaplarını yazan kişilerin doğum tarihleri ve o döneme bakarsak eğer;-İmam Buhari 21 Temmuz 810 yılında Özbekistan'da bulunan Buhara şehrinde doğmuştur. Mekke'ye ilk gidişi hac amacıyla, onalti yasinda annesi ve kardesi Ahmed'le birlikte olmuş, annesi ve kardesi Buhârâ'ya dönerken, kendisi ilim mekkede ne ilimi öğrenecek orası tartışılır ögrenmek isteğiyle Mekke'de kalmıştır. Muhammedin ölümünden 178 yıl sonra dünyaya gelen Buhari, hadisleri halk içinden duyduğu ve kendi araştırmaları ile oluşturmuştur. Oluşturduğu hadis eserleri sayesinde İslam içerisinde Kuran'ın yanında Hadis düsturunu oluşturan kişi olarak bin haccac 821/822 yıllarında doğmuştur. İslam tarihinin en büyük muhaddislerinden biridir. En önemli eseri Sahih-i Müslim bu esere bizzat işittiği 300 bin hadisten, şeyhlerinin sıhhati konusunda icma ettiği hadisleri aldığını ifade davud 817/818 yılları arasında İran ile Afganistan arasında kalan bir şehir olan Sicistan'da doğdu. Tahsiline burada başladı. On sekiz yaşından itibaren ilim öğrenmek maksadıyla Bağdat, Basra, Mekke, Kûfe, Humus, Belh, Şam ve diğer birçok şehirde bulundu. Ebû Dâvûd bir çok eser vermiştir. Bunların en meşhuru fıkıh konularına ait hadislerden oluşan Sünen’idir. Onun eseri hadis edebiyâtı içinde oldukça önemli bir yere sâhip olan Sünen türünün ilki kabul edilmektedir. hadis içinden yirmi yılda seçilmiş 4800 hadisten meydana kesin olmamakla birlikte 824 yılında, Özbekistan'ın güneyinde Afganistan sınırı yakınlarında yer alan Tirmiz şehrinde yılında Horasan’da, çok değerli âlimlerin yetiştiği Nesa kasabasında doğdu. Küçük yaşta başladığı eğitimini 15 yaşında iken hadis üzerine yoğunlaştırdı. İlk derslerini çevresinden aldıktan sonra rıhledenilen hadis derleme seyahatlerine katılarak Horasan, Irak, Hicaz, Mısır, Şam, Cezire gibi yerleri dolaştı. Ömrünün son zamanlarını Mısır'da, hadis ve ilim öğreterek geçirdi. Hacc görevi için oradan çıktığında Şam'a uğradı. Emevi Camii’nde Ali hakkında 'Fî Fadli Ali' adıyla te'lîf etmiş olduğu eserini okutmaya başladı. Orada kendisine Muaviye ile ilgili sorular soruldu. İstenildiği gibi cevaplar vermeyince Emevi taraftarlarınca fena halde Mace 824 yılında iranın kuzey batısında bulunan kazvinde doğmuştur. 22 yaşında iken, İslam dünyasını gezmek için kendi memleketinden ayrılır; o Mısır ve Horasanı, Basra, Kufa, Şam, Bağdat, Mekke, Rey ve Medine gibi şehirleri gezer. İbn Mace gezisinin sonunda, o Sunan Ibn Majah isimindeki kitabını yazar, ASIL ÖNEMLİ OLAN İSE HADİS YAZARLARININ ABBASİ DEVLETİNİN DAHA DOĞRUSU ARAP DEVLETİNİN PARÇALANMA DÖNEMLERİNDE ORTAYA ÇIKMASIDIR. Temel hadis yazarlarının hayatlarına bakınca en yaşlısı bile Muhammedin ölüm tarihinden 178 yıl sonra arabistan a uzak bölgelerde İran- Özbekistan doğan, her ne hikmetse aynı dönemlere denk gelen ve Arabistan a ilim öğrenmeye nerede nasıl bir ilim öğretiliyorsa tartışılır giden insanlar olduğunu görüyoruz. Ortalama 20 yaşlarında hadis yazmaya başladıklarını varsayarsak bu ünlü hadisçiler muhammed en 200 yıl sonrasına denk geliyor, Muhammedin biyografilerin yazılışı da yaklaşık ölümünden 200 yıl sonrasına geliyor Bence burada yapılmak istenen Arapları tekrar bir çatı altında toplayacak şekilde bir arap tarihi bir arap efsanesi yaratılmak istenmesi, bütün dinlere üstün olan, bütün alemlerin rabbi olan, görünmeyen, ulaşılamayan bir Allahın yaratılması, ve bu Allahın Araplara bir peygamber gönderilmesi, fetihler, savaşlar yapan, kendine büyük bir taraftar toplayan, kanatlı atla Allahın yanına çıkabilen, ayı ikiye bölebilen, tükürdüğü yarayı iyileştiren peygamber, diğer dinleri benimseyen hepsini Allah a bağlayan, bir çok kadına sahip olan, diğer peygamberlerle aynı soydan geldiği iddia edilen vs vs .. Peki bu etkili olmuş mudur ? elbette olmuştur islamiyet in bugün ki durumu ortada ve kendilerine birçok taraftar toplamışlardır, yarattıkları efsaneye birçok inanan olmuştur. Ayrıca Türklerinde Abbasilere yardım etmeleriyle bölgede Abbasiler tekrar saygınlık kazanmaya askeri gücü ve askeri güçleriyle Müslüman devletlere yardım etmesi, bu yardımlar sonucu geniş otlaklar elde etmesi gibi süreçler ve Türklerde Müslümanlığı kabul ederler! veya zorla Müslüman yapılırlar.. Artık arap milliyetçiliği emellerine ulaşmıştır, bu sözde tarih Allah-kuran-muhammed efsanesi Arapların yanı sıra Türkler de bu dini benimsemiştir ve büyük bir coğrafyada bilinir hale gelmiştir. Daha sonraları ise elbette yine siyasi-ekonomik-ticari-sosyolojik bir çok etkenle birlikte bu efsaneye inananlarla birlikte insanları kah bir arada tutan kah ayıran-savaşa sürükleyen,katliamlara neden olacak şekilde efsaneye yeni yeni fetihler, eserlerle katkılarda bulunularak günümüze dek ulaşmıştır. Ve bu efsane sürekli uyanık ve bir ucu açık bırakılmaktadırki her şey bu dine sonradan eklenebilsin, ki zamanla gelişen olaylar Çanakkale savaşında, istanbul'un fethini bile islamiyete bağdaştırmışlardır. Bunun gibi bir çok örnek vardır ve hadislerin ortaya çıkması,kurana entegre edilen arap efsaneleri sürecinde yaratılan zekice arap milliyetçiliğinin sonucunda artık İslam karanlığı kendi kendini yayacak güce ulaşmıştır. Aynı coğrafyada hüküm süren,farklı devlet başkanlarına sahip araplar ve bu birlikteliğin yavaş yavaş çözülmesi parçalanması ile ortaya çıkan allah-kuran-muhammed. Dediğim gibi islamiyeti ilahi olarak incelemek bence büyük gaflettir. Yok muhammed şunu dedi, yok muhammed bunu yaptı gibi efsaneler şunlar bunlar. Bundan önceki çalışmalara bakarsak ilk başlarda kuran üzerinden, hadis üzerinden yapılan eleştiriler şeklindeydi. Bunlar gereksizmidir, gereklidir elbette bir evrim gibi düşünüyorum ben bu olayı, önce kurandaki tutarsızlıklar vs sonra hadisler gibi bir inceleme. Sonradan bilimle ilişkisi, diğer dinlerle ilişkisi tutarsızlıklar. Bu süreçte benim düşüncem ise; İSLAMİYETİN ORTAYA ÇIKARILMASI TAMAMEN ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ VE ARAPLARI BİR ARADA TUTMAKTIR. /AlıntıDerleme Yağmur Yasemin
islamiyetten önce arap yarımadasının özellikleri nelerdir